26 Mart 2010 Cuma

SANAT ENGELLERİ KALDIRIR!



Engellilik konusunun sanatta işlenmesinin sayısız faydası mevcuttur. En önemlisi toplumda “engelli bir şey başaramaz” önyargısını yıkmasıdır. Sanatçıların engellileri yakından tanıyıp empati kurmasını da sağlar. “Aman Allah’ım göremiyorum, kör oldum!” gibi acınma - duygu sömürüsü unsurlarıyla hatırladığımız Yeşilçam döneminden günümüze çok şey değişti. Engellinin riskli bir ameliyat geçirip mucizevi (!) şekilde iyileştiği “sahte finaller” yerine engellilerin baştan sona mücadele edip yarattığı gerçekçi finaller izlemekteyiz.

“Başka Dilde Aşk” filminde işitme engelli Onur’u canlandıran oyuncu Mert Fırat 3 ay kadar biri işitme engelli olan bir çift ile işaret dili çalışmıştır. Bu filmdeki performansıyla takdir toplayan Mert Fırat İşitme Engelliler Derneği’ne gidip işitme engellilerle zaman geçirmiş ve günlük yaşamlarına şahit olmuştur. ”Acı Aşk” filminde görme engelli Oya karakterini canlandıran oyuncu Cansu Dere, oyuncu Ceyda Düvenci’nin görme engelli annesi Zümrüt Düvenci ile vakit geçirmiştir. Görme engellilik üzerine araştırma yapmış, Altı Nokta Körler Derneği’nde görme engelli insanlarla tanışmış ve gözlem yapmıştır. “Abimm” filminde zihinsel engelli Arif karakterini canlandıran oyuncu Levent Üzümcü ise farklı bir yol seçmiş senaryoyu okuyup hissederek “içindeki zihinsel engelliyi” ortaya çıkarmak istemiştir.

Engellilikle ilgili yabancı başarılı örnekler şunlardır: “En İyi Film” başta olmak üzere 4 Oscar ödülü kazanan Rain Man (Yağmur Adam) otistik ancak hafıza ve matematik alanında bir dahiyi işleyen filmdir. Dustin Hoffman’ın canlandırdığı karakterin esin kaynağı Kim Peek adında otistik gerçek bir kişidir. My Left Foot (Sol Ayağım) filmi doğuştan beyin felçli doğduğu için sadece sol ayağını kullanabilen yazar Christy Brown'un gerçek yaşam öyküsüdür. Christy Brown felçten etkilenmeyen sol ayağı sayesinde yazarlık yeteneğini geliştirir ve İrlanda edebiyatının en önemli isimi olur. Christy Brown’un canlandıran oyuncu Daniel Day Lewis film öncesi 6 ay tekerlekli sandalyede yaşamış, CP’li bireyler arasında bulunmuştur. Star Wars’ın (Yıldız Savaşları) ünlü kötü karakteri “Darth Wader” bir bedensel engellidir. “Anakin Skywalker” gerçek adıyla girdiği bir çatışmada (Bölüm: Klonların Saldırısı) sağ kolunu kaybeder ve protez el kullanır. Daha sonra bir başka çatışmada (Bölüm: Sith’in İntikamı) bacaklarını kaybedecektir. Bu engelli karakterin Amerikan Film Enstitüsü tarafından tüm zamanların en başarılı 3. kötü karakteri olarak ilan edilmesi ilginç bir detaydır. Görme engelli ancak kılıç kullanma konusunda çok yetenekli bir yakuzanın hikayesi Zatoichi adındaki filmde işlenir. Çok gelişmiş işitme ve koku alma duyuları sayesinde ülkenin en iyi savaşçısı olur. Bir çatışmada kurşuna dizilen bir polis memurunun bedeni robotik bir mekanizma içine yerleştirilir ve yarı insan yarı mekanik yaşayarak Robocop adıyla suçluları yakalar. Babel (Babil) filminde işitme engelli bir kızın Japonya gibi çok gelişmiş bir ülkede yaşadığı “iletişim kurma” sıkıntısı işlenir. Engellilik Türk dizilerinde de işlenmekte olup Ezel dizisinde görme engelli karakter “Meliha Uçar”, Geniş Aile dizisinde konuşma engelli “Müfit” gibi güzel örnekler mevcuttur.

Avatar (James Cameron) filmi ise çok farklı bir konumdadır. Jake Scully adında bedensel engelli bir asker, zihinsel yolla içine transfer olduğu bir vücut aracılığıyla zafere ulaşmaktadır. Engelli karakterlerin filmlerde ve dizilerde daha çok yer alması dileğiyle.

Onur Cantimur
onurcantimur@gmail.com

(Bu yazı 26 Mart 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır)

20 Mart 2010 Cumartesi

BİR SERGİ, BİR SES






Nihat Tekin…

1968 yılında Erzurum Hınıs’ta, beş çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Önce her şey yolundaydı, ama Nihat 2 yaşında geçirdiği menenjit sonucu işitme yetisini kaybetti. Malatya’ya taşınan aile Nihat’ı okuması için Malatya İşitme Engelliler İlköğretim Okulu’na gönderdi. Ailesi Nihat’ı okutmak istiyordu ama ilkokuldan sonra işitme engelliler için bir okul yoktu o zamanlar, diğer okullar ise Nihat’ı kabul etmediler. Eğer Nihat zamanında yeterli eğitim alabilseydi, duymamasına rağmen konuşabilecekti, ama yeterli eğitimi zamanında alamadığından ancak işaret diliyle ya da yazarak anlaşabiliyor çevresi ile. Oysa onunla ya da başka bir engel grubu ile anlaşmak için hiçbir engel yok ki, engel onlarda değil, onları anlamak ve dinlemek istemeyenlerde.

Ben Nihat’la, 2-12 Mart 2010 tarihleri arasında Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde açmış olduğu seramik sergisinde tanıştım. Bu sergi Nihat’ın altıncı kişisel sergisi. Daha önce Malatya, Samsun ve Mersin’de de kişisel sergiler açmış, pek çok karma sergide eserleri yer almış.

Nihat’’ın en büyük desteği ailesi. Nihat daha çocukken farkediyorlar ki, Nihat’ın resime büyük bir ilgisi ve yeteneği var. Sürekli resim yapıyor. Ailenin de desteği ile Nihat kendini yetiştiriyor. Hele bir ablası var, Ayten, en büyük destekçisi. Nihat, 1982’de Atatürk karakalem yarışmasında birinci olmasıyla, bu konuda daha istekle çalışmaya devam ediyor.

Gün geliyor Nihat kendi kendine yetmediğini farkediyor; 1990’da karakalem kursuna başlıyor. Ardından yağlı boya, linol baskı, heykel, seramik dersleri alıyor. O sıralar Malatya İnönü Üniversitesi’nde bulunan Cebrail Ötgün ve Atilla İlkyaz’dan aldığı derslerle tekniğini ve uslubunu geliştiriyor.

Resim, heykel ve seramik çalışmayı öyle seviyor ki, sürekli çalışıyor, sürekli üretiyor. Çalışmalarının sonuçlarını gören herkes hayran oluyor. Bir hayranı da Gülten. Gencecik yaşlarda Nihat ve Gülten evleniyorlar. İki çocukları oluyor. Sergide Gülten’le de tanışıyorum. Eşinden bahsederken gözleri ışıl ışıl Gülten’in. Diyor ki; “Evliliğimizin ilk yıllarında bize tepki gösteren insanlarla karşılaştığımda üzülürdüm, kızardım. ‘Senin neyin var? Engelli değilsen neden işitme engelli biri ile evlendin?’ derlerdi. Bir türlü birbirimizi sevdiğimize inanmazlardı. Şimdi umursamıyorum böyle şeyleri.”

Nihat’ın geçimini sağlamak için işe girmesi gerek. Malatya’da bulunan seramik fabrikasına işçi olarak giriyor. İlkokul mezunu ve işitme engelli olduğu için önce Nihat’ı pek ciddiye almıyorlar. Ama ürettiklerini görünce fabrikadakiler de Nihat’a hayran oluyor. Kalıp ustası Serdar Usta onu sağ kolu yapıyor. Öyle ki, fabrikaya yeni gelen işçileri Nihat eğitmeye başlıyor.

1999 yılında İnönü Üniversitesi Seramik Atölyesi’ne kalıp ustası olarak işe giriyor. İnonu Üniversitesi’ne işe başlarken, akademisyenlerden Fazıl Ercan ve Serdar Mutlu’nun katkılarıyla seramik sanatını icra etmeye başlıyor. Nihat işini çok seviyor. Çalışmayı da. Diyor ki; “Eğer okuyabilseydim, daha iyi koşullarda çalışabilecektim, ama şimdi benim suçummuş gibi üniversite mezunu değilim diye daha düşük ücretli bir kadroda çalışıyorum.”

Engellilerimizi okullara almıyoruz, eğitim vermiyoruz, sonra da eğitim seviyesi düşük diye daha az ücret veriyoruz. “Yapamaz” diyerek işe almıyoruz, ekonomik bağımlı bireyler olarak evlere hapsediyoruz. İşe alsak, onlara güvenmiyoruz. Sahi asıl engelli olan kim?

Nihat, tüm eserlerinde, sevgiyi, saygıyı ve eşitliği anlatmayı hedeflediğini söylüyor.

Ankara’dan bir sergi geçti. Birisi bize kendi dilinde seslendi. Kimimiz duydu, kimimiz duymadı… Birgün herkesin duyması dileği ile…

Şule Tüzül
sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 19 Mart 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

14 Mart 2010 Pazar

İsyanlarım Bitti



Ona burada rastlamasaydım asla zihinsel engelli diyemezdim. Son derece düzgün giyinen, sözcükleri düzgün ve yerinde kullanan bir genç Emre. Her karşılaşmamızda hal hatır sorup, mutlaka tokalaşıyoruz. Atladığı hiç bir ayrıntı yok. Hani neredeyse kampüs Emre’den soruluyor. Kim nerede ne yapıyor; Emre’ye sorun bilgi versin.

Çok uzun zamandır fotoğraf çekip sohbetler ediyoruz. Babası ile olan olağanüstü güzel ilişkisinden, annesiyle sohbetlerinden ve henüz 13 yaşındaki kızkardeşinden bahsediyor sıkça.

Gözlerinin içi gülüyor bunları anlatırken, gözlüklerinden görüldüğü kadarıyla. Hani şişe dibi dedikleri cinsten, kalın camlı gözlüklerden kullanıyor Emre. Fotoğraf çekerken zorlanması da bu yüzden.

Hala ve dayı çacuklarının evlenmesi ile başlamış her şey. “Hala ben bu kızla evleneceğim!” diye tutturulan süreç, evlilikle sonlanmış. Evliliğin ilk yılında Emre doğmuş. Anne hastane odasında kucağına aldığında ilk fark ettiği, Emre’nin el parmakları olmuş. “Sayıyorum sayıyorum altı çıkıyor” diyor sohbetimizde. “Sonra ayak parmaklarına baktım, onlar da her sayışta altı çıktı. Yanımda doğum yapan kadının annesine saydırdım sonra. O da ‘altı kızım parmaklar, ne mutlu size, çok yetenekli bir çocuk olacak’ deyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü” diyor.

Babası Emre’yi ilk gördüğünde durumu o an kabullenemiyor. Hiçbir şey demeden yavaş yavaş Emre’den ve evden uzaklaşmalar başlıyor. Ardından yıllarca süren içkili geceler, kumarlı günler, evden kopuşlar sürüyor. Annenin üzerine yıkılmış bir çocuk, iki yıl sonra nasıl olduğunu bile bilemediği bir çocuk ve iki ay sonra yeni doğan bebeğin ölümü ile süren bir yaşam. Emre’nin iki-üç yaşına kadar yürüyüp konuşamaması annenin dikkatinden kaçmıyor ama herkesin başında bu tür bir yaşanmışlık geçtiği için bir süre daha beklemeler. Eve hiç gelmeyen bir baba, parasızlık, işsizlik…

Yıllar süren isyanlar isyanlar. Okul çağına gelmeden önce el ve ayaklarından ameliyatlar ve bu yetmezmiş gibi bir de kalp ameliyatı sıkışıyor 6 yıllık ömrüne. Artık Emre elleri ve ayakları ile de okul çağına hazır bir çocuk oluyor.

Emre’nin okul zamanı geldiğinde diğer çocuklar gibi devlet okuluna kaydı yapılıyor. Öğretmeni, okuma yazması için Emre’ye özel çaba sarfediyor. Anne “sırf öğretmeni daha fazla ilgilensin diye öğretmeniyle aynı apartmana taşındık” diyor. “Ben evin tüm işini yaparken öğretmeni de Emre’yle özel olarak ilgileniyordu”. Ama tüm çabalar boşa çıkıyor. Emre öğretileni hemen unutuyor. Üstelik gözlerinde de bir problem olduğu ortaya çıkıyor. Göz doktoru bundan sonraki yaşamında görme yetisinin yavaş yavaş azalacağını, bir süre sonra da yok olacağını söylüyor.

“Ardı ardına gelen yıkımlar isyanlarımı bitirdi” dedi usulca. Yapacak, isyan edecek bir şey kalmamıştı artık. Yolumuza böyle devam edecektik. Yaşadığı sürece Emre’ye elimizden gelen bütün olanaklarımızı kullandırıp sevgimizi vererek.

Baba da yavaş yavaş eve gelmeye başlamış, oğlunu kucaklar olmuştu. Aile yeniden toparlanmaya başlamış ve güçlükler aşılmaya çalışılıyordu.

Emre kaynaştırma eğitimi sonrası aslında çok da mutlu olmadığı şimdiki okuluna başlamış. Aile sırf Emre için evlerini Gölbaşı’nda okulun tel örgülerinin dibindeki siteye taşımıştı.

Hafta sonlarını iple çeken Emre, babası ile Gölbaşı’nda göl kenarında geziler yapıyor ve şimdilik görebildiği hayatın tadını çıkartmaya çalışıyor.

Yaşamın ağırlığı paylaşıldıkça hafifliyor. Emre’nin bizim bakışımızla zor olan yaşamı, Emre için zor değil. Çünkü o mutlu olmayı ve yaşadığı anlardan keyif almayı pek çok insandan daha iyi biliyor. Onun engeli zihni değil, biziz ya da bizlerin yarattığı yaşamlar. Eğer paylaşabilirsek yaşam hepimiz için daha engelsiz olabilecek. Emre’ler ne kadar engelliyse, toplum olarak bizler de en az onun kadar engelliyiz.


M. Mebrur HATUNOĞLU
mebrur@gmail.com

(Bu yazı 12 Şubat 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

6 Mart 2010 Cumartesi

“Gerçekten isteyen yolunu, istemeyen bahanesini bulur”







Dünyanın dört bir yanından hemen herkesle iletişim kurabilmek teknolojik gelişmeler sayesinde olanaklı olsa da, bazen yanıbaşımızdakileri görmek ve duymak insani gayretlere dayanıyor. Hele yanıbaşımızdakiler, duyma ve söyleme yetilerinden fiziksel olarak yoksun ise…

Aslında duymak, görmek, söylemek sadece fiziksel engelli olanlar için değil, bedeninin tüm olanaklarını sorunsuz kullanabilenler için bile (teknolojik gelişmelere rağmen) kolay değil (ne kadar güç).

Bilenler bilir; Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD) çatısı altında öğrenmekle yetinmeyip, bilgi, birikim ve becerilerini, daha az olanağı olanlara da faydalı olabilmek için kullananlar var.

Engellerin aşılması için hâlâ en önemli unsurun insani yaklaşımlar olduğunu bilip, engelli gençler için kolları sıvayan AFSAD Eğitmeni Fazlı Öztürk’ün girişimiyle, azgören, az duyan ya da duyamayan, şizofreni hastalığını yaşayanlarla pek çok çalışma yapıldı, projeler üretildi. Sonuçları herkes için hep iyi şeyler sağlayan, aslında sonuçlanmayan hala süren, nefis bir maceraya dönüşen bir projeye ilişkin birazdan okuyacaklarınız…

“Elinden geleni söyleyip, ardına koymamak”

İlkemiz Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi ile İşitme Engelliler Gelişim Merkezi’nden gelen değişik yaşlarda, farklı sosyo-kültürel ortamlardan 18 işitme engelli genç için yeni bir ifade biçimi olarak öngörüldü fotoğraf. Eğitim kurumları, tercümanlar, değişik sektörlerden gönüllü fotoğrafçılar bu öngörüye yaşam verdi. Hazırlanan proje, Dünya Bankası'nın, "Türkiye’de Gençlik: Geleceğimizi Şekillendirelim" konulu, "Yaratıcı Kalkınma Fikirleri Yarışması"nda dereceye girince, Hollanda Büyükelçiliği de maddi olarak destek verdi.

Fotoğrafçılık konusunda temel ve ileri düzey eğitimleri 4 ay süren toplam 6 aylık projede, gönüllülerin fotoğrafa ilişkin bildiklerini aktarmak ve öğrenmeye rehberlik etmekten çok daha fazlası oldu yaşadıkları... Fotoğrafa ilişkin bir şeyler öğrenmelerine rehberlik edenlere işaret dilini öğretti gençler, öngörülenden çok daha fazlası kazanıldı projenin içindeki, etrafındaki herkes için.

AFSAD sınıfları dışında, Kuğulupark, Seymenler, Ankara Kalesi, Beypazarı ve Kızılcahamam’da sürdü eğitimler… Oyunla dersin bir arada işlendiği projede, tüm edimler fotoğraf odaklı da olsa, birbirleriyle mecburiyet dışında sosyal yaşam arkadaşlığı kuran öğrenci-eğitmen katılımcılar, kutlamalar yaptı, usta fotoğrafçılarla tanıştı, birlikte sergilere gitti, film izleyip, aynı kitabı (Martı, Jonathan Lİvinston) okuyup, görüşlerini paylaştı…

Proje yürütücüsü ve AFSAD Eğitmeni Fazlı Öztürk’ün yanısıra, daha önce AFSAD’da fotoğraf eğitimi almış farklı mesleklerden gönüllü 15 asistan ile birlikte 2 işaret dili tercümanı ve eğitim merkezlerinden görevlilerin hep birlikte kotardığı proje, hepbirlikte üretimlerin yapıldığı bir atölyeye dönüştü.

Günlük yaşantımızda “elinden geleni yapmak”, “elinden geleni ardına koymamak” deyimlerini sık kullanırız. Ama iletişimin temel unsuru bir dilin sözcükleri eller ile kuruluyorsa, elinden geleni yapmanın anlamı müthiş bir metafora dönüşüyor…

Fotoğrafın engel tanımayan yapısı sayesinde, işaret dilinden hareketle, görüntü dilinin kapılarının aralandığı tüm bu süreçte yaşananlar ve izdüşümleri bir panel ile ele alındı. Projenin ürünü olarak ortaya çıkan fotoğrafların bir kısmı sergi için hazırlandı. Söylemek için elinden geleni yapanların bu anlamlı sergisinin açılışı 6 Mart 2010 Cumartesi saat 18.00’de Ankara Barosu Sergi Salonu’nda yapılacak. Ankaralılar sergiyi 12 Mart tarihine kadar görebilirler.

Füsun Iğdır

fusunigdir@gmail.com


(Bu yazı 05 Mart 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara Eki'nde yayınlanmıştır.)