30 Ocak 2010 Cumartesi

PARALİMPİK OYUNLARI





Ülkelerin gelişmişlik düzeyinin ölçüsü nedir? Teknoloji mi, ekonomisinin gücü mü, refah seviyesi mi? Bu anlamda düşündüğümüzde cep telefonu ve elektronik eşya kullanımında Türkiye en üst sıralarda. Dünyanın en zenginleri sıralamasında başı çeken zenginlerimiz var. Bazı firmalarımız dünya çapında isim yapmış. Öyleyse biz ne kadar gelişmiş bir ülkeyiz?
Türkiye, özellikle AB’ye girme çabası ile, uluslar arası tüm platformlara katılmaya çalışıyor. Bunda büyük ölçüde başarı da sağlıyor. Ama 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, olimpiyat ve paralimpik oyunlarına ev sahipliği yapmaya ne kadar hazır?
Bir ülkenin olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapabilmesi için paralimpik oyunlarını da düzenleyebilme altyapısına ve kabiliyetine sahip olması gerekiyor. Paralimpik Oyunları, katılımcılarının engelli sporcular olduğu olimpiyat oyunlarıdır ve 1960 Roma Olimpiyatları’ndan beri düzenli olarak olimpiyatlarla paralel yapılmaktadır. Olimpiyatlara katılan bir sporcu ile paralimpik oyunlarına katılan engelli bir sporcu arasında hiçbir fark yoktur. Hatta 2008 Pekin Paralimpik Oyunları’nda atletizm dalında altın madalya kazanan, bacakları olmadığı halde bacaklarının yerine taktığı aparatlarla engeli olmayan sporcuların performansını bile geride bırakan Oscar Pistorius büyük tartışma yaratmıştır. Paralimpik Oyunları, sanılanın aksine, engellileri avutmak ve mutlu etmek için düzenlenen bir spor organizasyonu değil, ülkelerin kendilerini, kendi sporcularının performanslarını gösterdikleri ciddi bir organizasyondur. Olimpiyatlara hazırlanan sporcular, engelli olsun olmasın, yaptıkları sporu yaşam biçimi haline getiren, yaşamlarının büyük bölümünü bu hayali gerçekleştirebilmek için çok çalışarak geçiren kişilerdir. Paralimpik oyunları yapılamazın değil, ‘nasıl en iyisi yapılabilir?’ temeline dayanmaktadır. Görme engelliler “goalball” oynar, atletizm yarışmalarında bacakları olmayan sporcular koşar, bedensel engelliler okçuluktan masa tenisine, yüzmeden atıcılık sporuna kadar pek çok alanda boy gösterir. Ama bu sporcular sadece bir sporu yapmış olmazlar, kendi branşlarında dünya çapında en iyi performansı gösterirler.
Bu şu anlama geliyor; bugün ülkemizde sokağa çıkamayan, eğitim alamayan, iş bulamayan, pek çok kişi tarafından aciz, yardıma muhtaç bir imajın içine hapsedilen her bir engellinin, insan hakları çerçevesinde yaşama koşulları sağlandığında, dünyadaki milyonlarca insanın yapamadığını yaparak “en iyi” olma potansiyelinin var olduğu gerçeğini anlatmaktadır.
Olimpiyat oyunları, olimpiyat meşalesinin yakıldığı bir açılış töreni ile başlar. Bu olimpiyatların çok özel bir ritüelidir ve dünyanın farklı şehirlerinde gerçekleşen olimpiyatların her birinde bu meşale farklı biçimlerde yakılır. 2008 Pekin Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nda Olimpiyat Meşalesi Kuş Yuvası olarak adlandırılan Ulusal Stadyumun en yüksek kısmında yer alıyordu. Bu meşaleyi, daha önceki olimpiyatlarda jimnastik dalında olimpiyat şampiyonu olmuş Li Ning, bir ip sistemi aracılığıyla havada koşarak yakmıştır. Li Ning’in nefes kesen gösterisi, “engelli bir sporcuyu nasıl havada asılı tutarız” düşüncesine takılmaksızın Paralimpik Oyunları’nda da tekrarlanmıştır. Atletizm dalında olimpiyat şampiyonu olmuş tekerlekli sandalye kullanan Çinli sporcu Hou Bin, bir makara sistemi yardımıyla gökyüzüne yükselmiş ve meşaleyi yakmıştır. Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları düzenleme komitesi bu gösteride bile, engelli sporcuya farklı bir uygulama öngörmemiş, ayrım yapmamış, aynı performansı engelli sporcunun da en iyi şekilde yaptığını dünyaya göstermiştir.
Eğer bir hayaliniz varsa, bunu gerçekleştirecek bir yol da mutlaka vardır. Paralimpik Oyunlarında yüzlerce sporcunun yaptığı gibi…
Gizem Girişmen gizemgirismen@yahoo.com
Şule Tüzül sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 29 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

KUSURSUZ HATA


Grubumuz 2008 yılının ağustos ayında kuruldu. Grubun kurulması yoluna şöyle adım attık; Bateristimiz ve ben müzikle iç içe insanlardık ve zaman geçtikçe kendimizin de müziğe katacağı bir şeylerin varlığını hissettik. Engellerimiz vardı elbette ama önemli olan biraz olsun azimli davranıp bunları geride bırakarak güzel şeyler yapmaktı. Diyebiliriz ki; “Hayallerimizin peşinde yürüdük.” Bize özgün gelen şeyleri yaptık. Hiçbir şey engel değildi hayatta bizim için. Aşılacak bir yol, bir zaman vardı ve anladık ki o zaman kusursuz cümleler kurabiliriz. İşte o yolda “Kusursuz Hata” adlı grubumuzu kurmaya karar verdik. Önümüzde aşılacak yollar vardı elbette, bunu yapabileceğimiz hakkında bir fikir birliğiyle arkadaşlarımızdan destek alarak gruba yeni kişiler dahil etmeyi ve iyi bir grup statüsü kurmayı düşünüyorduk. Bir çok şeyi bize güven veren insanlardan aldık, en başta ailelerimizden... Onlar da inanıyorlardı bizim kadar bir şeyler yapabileceğimize.

Solistimiz Erol Söğüt yani ben, bateride Utku Şener, vokal ve bass gitarda Oğuzhan Yazıcı, elektro gitarda Aycan Gemici olmak üzere dört kişiyiz. Ben ve Utku Şener engelliyiz. Utku Şener spastik engelli olmasına rağmen bateri kabiliyeti ve ritim zekası ile harikalar yaratıyor. Grubun solisti olarak ben şarkıları yorumluyorum. Utku Şener’in engelinden dolayı bateri çalabilmesi onun kendine güveni ve isteğiyle kazanılmış bir olgu. Utku’nun hayata bakışı ve azmi grup üyelerini çok etkiliyor. Gerçekten iyi bir baterist olan Utku, sosyal yaşantısında etkin ve düşünceleriyle çoğu zaman geleceğini çizen birisi. Utku bateristliğinin yanı sıra bir düşünsel söz yazarı, diyebiliriz ki; düşüncelerini dans ettiren, özlü sözler yazan, azimli, kararlı, mutlu, sanata objektif bakabilen bir kişi. Benim engelime Spinoserebeller Dejenerasyon diyorlar. Müziğe merakım ailemden geliyor, dayım Piyanist Zafer Çebi, kuzenlerim Burak Çebi ve Doruk Çebi ise Türkiye’nin en iyi piyanistleri arasındalar. Bunun yanı sıra şiirle ilgileniyorum, bir şiir kitabı çıkartmaya hazırlanıyorum, sponsor desteği sağlanırsa bu hayalimin gerçekleşeceğini umuyorum. Ayrıca bir web tasarımı yapıyorum. Engelimle ilgili bir sıkıntım yok, hayatla barışığım.

Grubun şu an çaldığı alternatif rock tarzı şarkılar grubu memnun etse de, birkaç ay içinde çıkacak olan söz ve müziği bana, düzenlemesi Burak Çebi’ye ait olan “Aşk Denize Vurunca” parçasının ilgi uyandıracağını düşünüyoruz. Yaklaşık dokuz şarkımız daha var ve ilk parçalarımız internet yoluyla dinleyicileriyle buluşacak. Grubun diğer üyeleri Oğuzhan ve Aycan gitar performanslarıyla ilgi çekiyor. Oğuzhan ve Aycan’ın kendi kurdukları “Fitil” adlı bir grupları daha var. Grup Kusursuz Hata müzikte elektronikleşmeye karşı ve elektronik seslerin müziğe katkısının bir ölçü varlığı ama farklı bir noktada ise biraz sahte olduğunu düşünüyoruz. Grubun örnek aldığı gruplar ve isimler var. Grup daha çok, Duman, Şebnem Ferah, Hayko Cepkin, Gripin, Emre Aydın, Mor ve ötesi, Çilekeş, Moğollar, Cem Karaca gibi ünlü müzik grupları ve adamlarını örnek alıyor. Rock müziğin kendimizi özgür kıldığına inanıyoruz.

Erol Söğüt
sondeniz@gmail.com

(Bu yazı 22 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

YAŞARKEN PEŞİNDE OLDUKLARIMIZA DAİR

Fotoğraf: Yasemin Şenyurt

Bizi takip ediyorlardır suçlu olduğumuz için, bizi alkışlıyorlardır ünlü bir insan olduğumuz için ya da trafik ışıkları bizim karşıdan karşıya geçmemiz için kırmızı yanmıştır mesela. Kırmızı yanmasa da arabalar bizi görünce duracaklardır. Bu düşünceler psikoz esnasında bireye sıkıntı verir. Her şeyin nedeninin biz olduğunu düşünürüz. Depremlerin, bayramların, sorunların ve mutlulukların... Hayatın içinde kendimizi önemsiz ve değersiz hissettiğimizde sarıldığımız yanlış düşünceler değil midir bunlar?

Akgün Akova, “Sen Varsın Yetiyorsun Palyaço Olmaya" şiirinde

“bir takım elbise gibi bakmama peşindeyiz dünyaya

ütülü pantolon, temiz gömlek, ceket kravat toplamı olarak yaşamama peşindeyiz” diyor. Yaşarken neyin peşindesiniz sorusunu sormak ve bir an bunu derinliğine düşünmenizi istiyorum. Çünkü bu yazı yaşarken neyin peşinde olduğumuza dair bir yazı olacak.

Zar zor uyanabildi. Size şizofreni teşhisi konuldu mu? Konulduktan sonra uyudunuz mu? Uyunmaz mı? Uyunur ve yemek de yersiniz doğal olarak.

Televizyonun müzik kanalını açtı salona gidip. Hemen ardından bilgisayarını açtı. Günlerinin böyle başlamasına o kadar alışmıştı ki; mekanik hareket ediyor gibiydi. Mutfağa gidip su ısıtıcısını çalıştırdı ve kupasına sallama çayını koyup salona geçti. Dışarısı oldukça karanlıktı. Bu havada uyumaktan başka hiçbir şey yapılamazdı. İşe ve okula gidenleri düşündü. Bir kitaba başlayıp devamını getiremediğiniz oldu mu? Canı daha çok sıkıldı.

Kendisinden saklanan bir hastalığı olabileceğini düşündü. Oysa bunu düşünmek için geçerli tek bir neden bile yoktu ortada. Bu düşüncelerle bir mektup yazdı dostuna. Dostundan gelen cevapla kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı.

Aslında biraz çaba harcasa, biraz kendi dışına çıkabilse neşeli ve konuşkan olabileceğini biliyordu. Çok küçük bir çaba harcadığında çok büyük aşama kaydetmek istiyor ve hayal kırıklığına uğruyordu. Sustunuz ve susadınız yaşama. Gürül gürül akmayı denediniz…

Birhan Keskin, Gül Toplamak şiirinde “yokluğunda çınlayan boşluklardan mezunum” diyor. Siz nereden mezunsunuz sorusu da aslında yaşarken neyin peşinde olduğumuzla ilgili bir soru değil mi? Aşkın, dostluğun, barışın, sevginin, saygının olduğu bir dünya düşlüyor ve o dünyanın peşinden gidiyorsanız “bir takım elbise gibi bakmama” derdindesiniz dünyaya. Herhangi bir sağlık problemi karşısında yalnız bırakanlardan değilseniz ve anlaşılamayanı, anlatılamayanı bile anlamak için çaba gösteriyorsanız içinizdeki insana güvenin.

Ahmet Savaş, Havva Duasız Kopardı Elmayı” şiirinde

“İçimde bir insan olsun isterim

Mutluyken mutluluğun

Mutsuzken mutsuzluğun

Ölürken ölümün

Fiyakasını bozan” diyor.

Yapmak istedikleriniz, hayal ettikleriniz ve hedefledikleriniz çok uzakta görünebilir. Onların çok uzakta görünme sebebi belki de barışmamış olmanızdır. Hayatla, kendimizle, geçmişle barıştığımızda önümüzde geniş, zengin ve derin bir alan açılır ki biz bu alana gelecek adını verebiliriz. Gelecek gelir mi gerçekten diyorsanız hayata karşı sabırlı olmanızı da öneririm. Sabırlı çalışkanlıklarla örün geleceği olmaz mı? Geleceğin adı üstündedir ve gelecektir. O gelirken siz mucizeler beklemeyin. O gelecek nasıl olsa diyerek boş vermeyin!

Yasemin Şenyurt

yaseminsenyurt@gmail.com


(Bu yazı 15 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

GÜNIŞIĞI ÖZEL EĞİTİM VE REHABİLİTASYON MERKEZİ

Fotoğraf: Fazlı Öztürk

İşitme engeli söz konusu olduğunda erken teşhis, tedavi ve eğitimin eskiden bilinene göre çok daha önemli olduğu bir zamanda yaşıyoruz. İşitme kaybının doğuştan ya da kazayla ortaya çıkan bir olumsuzluk olduğu algısı bu alandaki teknolojik ve eğitim bilimi açısından ortaya çıkan gelişmelerle değişmeye başlamıştır. Bu alanda eğitim veren önemli kurumlardan birisi de Günışığı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi.
GÜNIŞIĞI ÖZEL EĞİTİM VE REHABİLİTASYON MERKEZİ
Günışığı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi 1992 yılından beri işitme engelli bireyler ile dil ve konuşma güçlüğü olan bireylere özel eğitim ve rehabilitasyon hizmetleri sunan ilk kurumdur. Kurumda işitme ve konuşma engelli bireyler için özel olarak düzenlenmiş ve donatılmış bireysel ve grup eğitim odaları, odyoloji ünitesi, oyun odaları, etkinlik odaları bulunmaktadır. Özel eğitim ve rehabilitasyon hizmetlerinin tek bir meslek grubu tarafından değil, çoklu disipliner bir yaklaşımla alanlarında uzman bir ekiple verilmesi gerekliliğine inanan kurumda, odyololog, işitme engelliler öğretmenleri, çocuk gelişimi ve eğitimcileri, psikologlar görev yapmaktadır.
Kuruma başvuran işitme engeli, sesletim ve ses bilgisi bozukluğu, akıcı konuşma bozukluğu, ses bozukluğu, gelişimsel dil bozukluğu, edinilmiş dil bozukluğu olan bireyler, alanında uzman kişiler tarafından değerlendirilmekte, bireyin özel eğitim gereksinimleri belirlenmekte, gereksinimleri doğrultusunda bireyselleştirilmiş eğitim programları hazırlanmakta ve uygulanmaktadır. Programın her aşamasında aile ile işbirliği yapılmakta, aileye ve yakın çevresine engelli bireyi kabullenmesini sağlamak, olumsuz duygu ve düşüncelerden arınmasına yardımcı olmak, yapılan rehabilitasyon, eğitim, öğretim etkinliklerine doğrudan katılmasını sağlamak için teknik ve yöntemler öğretmek, haklarıyla ilgili bilgilendirmek amaçlı görüşmeler yapılmakta, uygulamalar yaptırılmakta, toplantılar düzenlenmektedir.
İşitme engelli bireyler, işitme kaybının oluş zamanı, tipi, derecesi, şekline bağlı olarak konuşulanları anlama, anadilini edinme, dile bağlı öğrenme alanlarında, sözel iletişim kurmada sorun yaşamaktadırlar. Konuşma ve dil sorunlarına bağlı olarak da bilişsel, motor koordinasyon, duygusal-sosyal, eğitim-öğretim, mesleki ve toplumsal alanlarda da güçlük çekmektedirler.
İşitme engelli bireyler, her iki kulağın da uyanık olduğu tüm saatlerde uygun duyum cihazı kullanırlarsa, işitsel becerileri geliştirilirse, uygun ortamlar yaratılırsa, normal işiten akranlarıyla bir arada eğitim ve öğretim görmesi desteklenirse, eğitime ailelerinin katılımı sağlanırsa, çevrelerindeki insanların konuştuklarını dinlemeyi öğrenebilmekte, konuşma ve dil becerileri kazanabilmekte, toplum içinde daha özgür bir biçimde iletişim kurabilmektedirler. Dolayısıyla günlük yaşantılarında ve aile hayatlarında daha bağımsız olabilmektedirler.
Günışığı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’nde işitme engelli bireylerin anadilini edinebilmeleri için bu ilkeler doğrultusunda hazırlanmış işitsel rehabilitasyon programı uygulanmaktadır. Bu program işitmenin, konuşmanın, dilin değerlendirilmesini, işitme cihazı ve koklear implantasyon adaptasyon programlarını, işitme eğitimini, konuşma ve dil eğitimini, konuşma terapisini, bilişsel etkinlikleri, aile eğitimini, kaynaştırma eğitimini içermektedir. Eğitimde İşitsel Sözel Yöntem kullanılmaktadır. Bu yöntemin dayandığı temel ilke, işitme engelli bireyin, işitenlerin dünyasında birincil iletişim biçimi olan sosyal dili öğrenmesi gerektiğidir. Bu yöntemle işitme engelli bireyin sesleri fark etme, ayırtetme, tanıma, yorumlama, işitsel dikkat, algı ve hafıza becerilerini geliştirmesi, konuşma ve dil kazanması, iyi bir sosyal uyum sağlaması hedeflenmektedir.
Serhan Kamçı
serhankamci@hotmail.com
(Bu yazı 08 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

HAYVAN HAKLARI, TÜRKİYE VE DİĞER ÜLKELER

Fotoğraf: Nilgün Ertürk

Konu ne olursa olsun bir çalışmaya başlamadan önce her kaynak araştırılarak, yapılması/yapılmaması gerekenler konusunda bilgi edinmek en doğru yolu bulmayı, devam eden süreçte edinilen deneyimler ise çok daha verimli ilerlemeyi sağlayacaktır. Böylece yapılan iyileştirmelerden yararlanarak aynı hataları tekrarlamadan ilerleme şansımız olur.

Bu süreçte önemli olan söylenenleri değil, yazılı kaynakları ve uygulamaları izlemektir. Neden mi? Çünkü kulaktan dolma bilgilerle yola çıkıldığında çok büyük yanlışların içine girmek kaçınılmaz olabilir. Araştırmalar sadece ülkemizle sınırlı kalmamalı benzer konular için yurtdışı kaynaklardan da yararlanılmalıdır. Ama bunlar yapılırken ülkemizin gerçekleri gözden kaçırılmamalıdır.

Örneğin hayvanların yaşam hakları söz konusu olduğunda, hep Avrupa ya da Amerika örnek verilerek ülkemizde de aynı uygulamaların yer alması istenir. Herkesin ağzında yurtdışı örgütlerin adı vardır. Peki bütün bunlar yurtdışındaki uygulamaların gerçekte neler olduğunu ya da oradaki örgütlerin nasıl çalıştığını bilerek mi yoksa sadece laf olsun diye mi söylenir?

Yanıt çok basit; bunlar gerçek çözümleri üretmek için emek vermek yerine kulaktan dolma bilgilerle söylenen ve uygulaması ağır sonuçlar doğuracak şeylerdir.

Çünkü yurtdışında sokaklarda hayvan olmadığı, sokak hayvanları sorununun çözüldüğünü söyleyenler, aslında o ülkelerde sokaklardaki bütün hayvanların barınaklara götürüldüğünü ve belli bir süre içerisinde sahiplenilmeyen hayvanların gökkuşağı altında melek olacağı yalanları ile uyutulduğunu (öldürüldüklerini) bilmeden, sadece sokakta hayvan olmadığına bakıyorlar. Yani katliamların farkında değiller.

Yaşlandığı için oyun oynamayan kedisini uyutan (öldürülmesi iznini veren), yaşlandığı için masrafları artan köpeğine bakmak istemeyen köpeğini uyutan (öldürülmesi iznini veren) insanlar olduğunu biliyorlar mı? Bizlere örnek olarak dayatılan ülkelerde yapılan pek çok benzer eziyet ile ilgili örnek verilebilir ama hiç biri bu uygulamaların ne kadar kötü olduklarını ve ülkemizde uygulanmalarının kabul edilemez olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hangi canlı kendinden daha güçsüz bir başka canlı için en doğru çözümün uyutmak (öldürmek) olduğuna karar verebilir ki? Ya da bunun dünyadaki dengeler açısından en iyi sonucu vereceğini kim iddia edebilir? Yanıt çok açık aslında; Gerçek çözümler için emek ve zaman harcamadan maliyet odaklı düşünen, sevgiden yoksun zihniyetler.

Bunun adı uygarlık ve soruna çözüm bulmaksa insanlar bu gelişmiş! ülkeleri örnek vermeye devam edebilirler ama insani değerlerden, duygudan, empatiden yoksun sadece öldürmeye odaklı bu uygulamaların aslında insan denen canlı türünün gücünü kendi yararına kullanmayı tercih etmesinden başka bir şey olmadığını baştan kabul etsinler lütfen.

Ülkemizde aşmak zorunda olduğumuz çok engelin olduğunu biliyoruz ve sorunlar yaşamaya devam ediyoruz. Ancak bu sorunlar ne kadar büyük olsa da, 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ne kadar yetersiz de olsa, yüreğimizde öyle güzel bir sevgi var ki; hayvanların yaşam haklarını sağlamak konusunda gelinen nokta yetersiz de olsa aslında pek çok ülkeden çok daha iyi noktadayız. Yüreğimizdeki hayvan sevgisinin, yolumuz zorlu da olsa bizlere örnek gösterilen ülkelerden çok daha iyi çözümler bulmamızı sağlayacağını biliyoruz.

Onun için temeli sevgiden yoksun ve yok etmeyi amaçlayan uygulamaları çok doğruymuş gibi göstermektense, kendi doğrularımızın ve güzel değerlerimizin farkında olarak gerçek çözümler üretmek zorundayız. Gelin artık gereksiz yabancı hayranlığı yerine, kendi değerlerimizle olması gerekenlerin farkında olarak eksikliklerimizi giderelim ve kendi çözümlerimizi üretelim. Bilelim ki bunu hayata geçirdiğimiz zaman gerçek gelişmişliğin ne olduğunu dünyaya gösterebileceğiz.

Nilgün ERTÜRK

nilgun.erturk@gmail.com

www.haykod.org


(Bu yazı 01 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

ENGELLİ ANNELERİNE ERKEN EMEKLİLİK

Fotoğraf: Akın Yakan

5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 28.maddesinin 8.fıkrasındaki düzenleme ile bakıma muhtaç çocuğu bulunan sigortalı anneye erken emeklilik olanağı sağlayan bir düzenleme yapılmıştır.

Yasa maddesinde “Emeklilik veya yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunan kadın sigortalılardan başka birinin sürekli bakımına muhtaç derecede malul çocuğu bulunanların, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra geçen prim ödeme gün sayılarının dörtte biri, prim ödeme gün sayıları toplamına eklenir ve eklenen bu süreler emeklilik yaş hadlerinden de indirilir.”hükmü yer almaktadır.

Kanunun yürürlük tarihine ilişkin düzenlemenin yer aldığı108.maddeye baktığımızda 28.maddenin yürürlük tarihinin 2008 Ekim ayı olduğu görülmektedir.

Bu durumda, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra sigortalı çalışması olan ve aynı zamanda engelli malul çocuğu bulunan annelerin ödedikleri her 360 gün prim dörtte bir fazlası ile 450 gün gibi değerlendirilecektir. Aynı şekilde her yıl için 90 gün yaş haddinden de indirilecektir. Örneğin emekli olması için 4 yıl prim ödeme 10 yıl da yaş haddini beklemek durumunda olan sigortalı anne bu hükümden yararlandığında 3 yıllık çalışması 3 yıl dokuz ay olarak sayılacak . 4 yılı tamamlayabilmek için gereken 3 ayı da 2ay 12 gün çalışarak tamamlayacaktır.Bu durumda 3 yıl 2 ay 12 gün prim ödeyerek 6 yıl 9 ay 18 gün sonra emekli olmaya hak kazanacaktır.

Bu uygulamadan yararlanabilmek için kadın sigortalının bir dilekçe ile bağlı bulunduğu Sosyal Güvenlik Kurumu İl müdürlüğüne bir başvuruda bulunması gerekmektedir. Başvuru üzerine Kurum sigortalı annenin çocuğunu, başka birinin sürekli bakımına muhtaç derecede malul olup olmadığının tespiti için hastaneye sevk eder. Sevk yapılacak hastaneler Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliğinin 5.maddesinde belirtilmiştir: Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma hastaneleri, Devlet üniversitesi hastaneleri, Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı asker hastaneleri, sigortalıların ikamet ettikleri illerde bu hastanelerin bulunmaması durumunda Sağlık Bakanlığı tam teşekküllü hastaneleri. Hastane sağlık kurulu raporu düzenler. Raporda, raporun düzenlenme nedeni belirtildikten sonra tıbbi değerlendirme bölümünde maluliyet talebine esas teşkil eden hastalık ya da arızalarının, ilgili branşlarca mevcut klinik durumunu açıklayan ayrıntılı muayenesi sonucu, muayene bulguları, dayanağı tetkikler, varsa tedavi protokolünün yazılması, daha önce tedavi görülmüş ise, buna ilişkin işlem tarihinin de yer aldığı epikrizler, ameliyat notları, patoloji raporları, tetkikleri ve benzeri belgelerin aslı veya resmi onaylı fotokopilerinin eklenmesi, hastalık ve araz tespit edilen branşlarca gerekli tetkikler yapılarak tetkik sonuçlarının sağlık kurulu raporuna yazılması gerekmektedir. Sağlık kurulu raporlarının karar hanesinde çalışma gücü kayıp oranının belirtilmeyeceği ve "Sosyal Güvenlik Kurumunca belirlenecektir." ibaresinin yazılacağı da yönetmelikte hüküm altına alınmıştır.

Yönetmelikte belirtilen özellikte hazırlanan rapor kuruma ulaştıktan sonra, Kurum Sağlık Kurulu tarafından değerlendirilerek sonuca ulaşılacaktır. Yönetmeliğin 9 maddesinde Kurum Sağlık Kurulu tarafından usulüne uygun düzenlenmediği tespit edilen sağlık kurulu raporunun yeniden düzenlenmesi istenebilecektir. Bu nedenle çocuğun sağlık kurulu raporu için sevki yapıldığında verilecek raporun yönetmelikte belirtilen özellikleri taşıyıp taşımadığına bakılması tekrar tekrar rapor alma zorluğundan kurtulmak adına önem taşımaktadır.

Av.Fatma YAKAN
asfatma_yakan@yahoo.com.tr

(Bu yazı 25 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

İLKBAHARDA SONBAHARI YAŞAMAK


Fotoğraflar: M. Mebrur HATUNOĞLU

Bir çocuk doğar bin çiçek açar, bir çocuk doğar bin koku yayılır evrene, evlerimize... Renktir çocuklar kokudur; kısaca bahardır çocuklar. Yaşamımızın renkli baharları...

“Gence” doğduğunda, CENGİZ ailesinin evlerine baharın renkli, rengarenk kokulu dalları girdi. Çiçekler doldu evlerine, bahar doldu... Annesinin kollarında mutlu ve sağlıklı bir bebekti Gence...Arıların bile konmaya, dokunmaya kıyamadıkları bir çiçek bebek... Artık evlerinde iki çiçekleri vardı, rengarenk iki çiçek...

Zaman hızla geçiyor, sağlıklı ve mutlu bir bebek olarak Gence de büyüyordu. Altı aylık olmuştu. Bir yerlere tutunup ayaklarının üzerinde durmaya başlamıştı bile. Etrafına gülücükler saçarak büyüyordu ve hep gülüyordu. Her yer, her şey ilkbahardı, ta ki birgün annesinin Gence’de bir değişiklik görmesine kadar...

Apar topar gidilen ve Gence’nin doğumu dahil tüm süreci bilen doktor, bu kadar sağlıklı bir çocuğa hastalık konduramadı. Mutlu ve sağlıklı bu çocukta bir hastalık olamazdı, olmamalıydı .

Ama yapraklar sararıyordu. Ne çiçekler eskisi gibi renkliydi, ne bahar eski kokusunu yayıyordu artık. Gidilen doktorlar, hastahaneler, koşuşturmalar sonuçsuz kalmıştı. Gence ............... di. Ve yapılacak hiç bir şey yoktu . Sonbahar başlamıştı. Sarı, sapsarı, üşüten sonbahar.

İkibuçuk yıl isyanlar, nedenler, niçinler, neden benim çocuğum, neden ben, neden, neden, nedenlerle geçti. “Yoksa hamilelikte geçirdiğim hastalık mıydı sebebi?” “Yoksa içtiğim o ilaç mıydı?” Yoksa...? Yoksa? Yoksa mıydı?...

Her sabah kötü bir rüyadan uyanmak için dua edilen ve bitmek bilmeyen sonbahar... Dünya yıkılmış ve aile altında kalmıştı. Enkaz kalkmıyor, kaldırılamıyordu. İkibuçuk yıllık ilkbaharsız sonbahar. Kabul edilemez, isyan geceler ve günler, sonunda dirilişi getirdi.

- Olsun varsın bir çocuğumuz var, dedi anne.

- Canımın bir parçası, içimden yeşeren, içimi yeşerten bir canım var, dedi.

-“Özel, öteki,farklı” bir çocuğum var, dedi.

-“Ya ilkbaharları yaşayacağız birlikte, ya da hep sonbahar olacak ömrümüz” diye geçirdi içinden...

Sonra, Gence’ye baktı sevgiyle- iki bucuk yıldan beri kucağından indirmediği kimselere göstermediği-... Güler yüzü umutlarını yeşertti. Gence gülüyordu yaşama inat ve yaşama tutunarak. “Ben burdayım ve böyleyken mutluyum” diyordu gözlerinin içi.

- “Artık kalkma zamanımız “dedi anne, “kalkıp yaşama tutunma zamanımız”.

- “Gence ile “özel, öteki, farklı ” annesi olmayı yaşama zamanımız”dedi.

Öteki annesi olmanın, “özel” olmasını yaşama zamanıydı...

Bir psikolog olmalıydı bazen, bazen de politikacı, bazen bir eğitmen, bazen bir iletişimci, bazen bir inşaatcı , bazen bir yönetmen... Artık her şey olma zamanıydı. Çünkü “özel,öteki,farklı ” annesi olmak, sıradan insan olmaktan çok öte bir şeydi.

Kimi zaman kucağındaki çocuklarını Gence’den sakınan annelerle karşılaştı irkilerek... “ Korkmayın, bulaşmaz” diyebildi yanlızca, boğazında düğümlenen haykırışlarını gizleyerek. Kimi zaman “ne olduğunu bilmiyorum ama yaşamımı Gence’ye borçluyum” dedi. Kimi zaman “özel,öteki,farklı ” anneleri bir araya getirip, okullar kurdu. Kimi zaman kimse görmeden sabahlara kadar ağladı. Bazen de politikacılarla koşuşturdu; özel çocuklara bir şeyler yapabilmek için...

Ama aradan geçen 21 yılın sonunda;

– Bir çocuk doğuracaksın ne dersin ? dediklerinde ,

- Gence olursa hemen doğururum, diyecek kadar büyük olmaktı “özel, öteki, farklı ” annesi olmak ...

Çünkü “ özel, öteki, farklı ” çocuklar yaşamımızın her rengi, her kokusudurlar.

Çünkü “ özel, öteki, farklı ” çocuklar hep ilkbahardır; renkli, temiz, pırılpırıl ilkbaharlar...

İlkbaharlarda buluşmak, ilkbaharları koklamak dileğiyle.

M. Mebrur HATUNOĞLU

ZİÇEV Fotoğraf Eğitmeni

mebrur@gmail.com

(Bu yazı 18 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

ENGELSİZ İSTİHDAM

Fotoğraf: Murat Şen

50 kişiden fazla personel çalıştıran ticari kuruluşlar, çalışanlarının toplam sayısının %3’ü olacak şekilde engelli personel istihdam etmek zorunda. Ancak, bu sayfada sık sık dile getirdiğimiz gibi, ülkemizin engellilere uygun olmayan fiziki koşulları, eğitim ve mesleki beceri kazandırma uygulamalarının eksikliği nedeni ile firmalar engelli personel istihdam etmek istese bile aradıkları nitelikte personel bulmakta zorlanıyor. Son yıllarda konuya gösterilen hassasiyet ve önem umut verici, ama bir anda devrim yapılamaz. Uzun vadede gerçekleşecek uygulama ve samimi yaklaşımlarla Engelsiz Türkiye düşüne ulaşabiliriz inancındayız. Bu konuda bazı önerilerimiz var.

ENGELSİZ İŞ AJANSLARI

Engelli kadrolarına, uygun nitelikteki iş arayan engelli adayların yönlendirilmesini sağlayan profesyonel iş ajansları kurulabilir. İş ve İşçi bulma Kurumu engelli istihdamı konusunda yetersiz kalmaktadır. Kurum aracılığı ile firmalar genellikle, engelli kadrosunu doldurmak için işe gelmeden maaş ödeyeceği engelli personel alımı yapmaktadır. Eğitim almış, nitelikleri belirli işlere uygun engelliler kendi çabaları ve mevcut iş portalları üzerinden iş bulabilmektedirler. Bu kapsamda iş ajansları, belirli niteliklere sahip personel arayan işveren ile bu niteliklere sahip personeli eşleştirme çabalarının ötesinde, mevcut sektördeki ihtiyaçları takip ederek bu ihtiyaçları karşılayacak engelli personelin yetiştirilmesi yönünde çalışmalar yapmalıdır. Söz konusu iş ajanslarının fonksiyonu sadece özgeçmiş toplamaktan ibaret olmamalıdır.

ENGELLİ PERSONEL VERİ TABANI

Engellilerin nitelikleri, çalıştıkları ve çalışabilecekleri iş alanları, eğitim seviyeleri gibi özelliklerinin yer aldığı istatistikî veri tabanı oluşturulmalıdır. Örneğin görme engellilerin çalıştıkları ve çalışabilecekleri iş alanları bu veri tabanında toplanarak, 'körler ya santralci ya masör olur' gibi önyargılar aşılarak görme engellilere daha geniş imkanlar sunulabilir. Eğer bir görme engelli ressam olabiliyorsa (Eşref Armağan gibi), demek ki aynı engel grubunda yer alan diğerleri de aynı potansiyele sahip olabilir. Sadece bir kişi bile bir mesleği icra edebiliyorsa, başkaları için de bu mesleği icra edebilmek imkansız değildir.

EĞİTİM SİSTEMİNDE ENELLİLERE YÖNELİK UYGULAMALAR YAYGINLAŞTILMILADIR

Tüm okullarda kaynaştırma eğitimi uygulamaya geçirilmelidir. Bu kapsamda, okulların engelsiz hale dönüştürülmesi gerekmektedir: Fiziki koşulların düzeltilmesi, ulaşım sorununun çözülmesi, eğitmenlerin ve okul çalışanlarının konuya ilişkin bilinçlendirilmesi gibi. Her engel grubunun ihtiyaçları tespit edilerek engelli ve engeli olmayan öğrencilerin eşit şartlarda eğitim alması sağlanmalıdır. Böylece birbirini anlayan ve birbirinin sorunlarına çözüm getiren bireyler yetiştirebiliriz.

Okullarda, uygun koşullar ve eşit eğitim hakkı sağlandığında, uygun iş imkanları verildiğinde engellilerin de engelli olmayan bireyler gibi başarılı performans gösterebileceğine dair bilinçlendirme eğitimleri verilmelidir. Bu bilinçlendirme ile söz konusu öğrenciler yetiştiklerinde ve söz sahibi olduklarında “engellilerin istihdamı” konusunda önyargılardan uzak, adil karar almaları sağlanacaktır.

ENGELSİZ BAKIŞ AÇISI

Engellilerin iş yaşamında etkin biçimde yer almaları, iş yerlerinin fiziki koşullarının ve mevcut “engelli” imajına ilişkin görüşlerin değişmesine katkı sağlayacaktır. Her engel grubunun ihtiyaçları farklı olduğundan her engel grubu için bu ihtiyaçları karşılayacak farklı çözümler üretilmelidir. Çözüm üretme sürecinde ihtiyaç sahibi olan engelli grubunun görüşleri ve önerileri değerlendirilmelidir. Bir engellinin “hangi işi, nasıl yapacağı” konusunda işverenin önyargılı görüşleri, işe başvuran adayın kendini savunma hakkı olmaksızın, belirleyici olmamalıdır.

“Yapamazsın” değil “Nasıl yapılabilir” anlayışı ile engelsiz yarınlara doğru yol alabiliriz.

GİZEM GİRİŞMEN – ŞULE TÜZÜL
gizemgirismen@yahoo.com – sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 11 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

KAYNAŞTIRMA EĞİTİMİ – 2

Fotoğraf: Fazlı Öztürk


“En az kısıtlayıcı ortam”

Ankara Üniverstesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Doç.Dr. Tevhide Kargın


Biz özel eğitimciler bir çocuk nerede eğitim alacak? sorusuna yanıt ararken, yerleştirmeyi genellikle en az kısıtlayıcı ortam ilkesinin ışığında belirleriz. En az kısıtlayıcı ortam, öğrencinin eğitsel performansını en üst düzeyde göstereceği ortamdır. Bu ortam seçilirken çocuğun yetersizliğinden hareket etmek doğru değildir. İçinde yaşadığı çevre, ailesinin özellikleri, kaynaştırma ortamına verilmesi koşuluyla sınıfın mevcudu, öğretmenin özellikleri gibi etkenler dikkate alınarak karar verilmelidir.

Engelli bireyler için ayrı iş yerleri, ayrı yaşam alanları, ayrı köyler, kasabalar yapamayacaksak, her şeyi ayrı hale getiremeyeceksek, eğer bu bireyler normal olarak adlandırılan bireylerin yaşamına katılım göstereceklerse, o zaman bu katılımın olabildiğince erken dönemde ve hiçbir ayrıştırmaya maruz kalmadan yapılması gerekmektedir. Ama çocuk belli bir yaşa gelene kadar destekleyici özel eğitim hizmetlerinden faydalanmamışsa, kaynaştırma en iyi seçenek demek değildir. Kaynaştırma eğitim modelinin gerekenleri çok belli, bunlar karşılandığında ancak başarıya ulaşabilir. Bu söylenen yanlış anlaşılmamalı, önceliğimiz kaynaştırma, ancak kaynaştırma hiçbir şey yapmadan çocukları, öğretmenleri, aileleri yüz yüze bırakmak demek değildir.

Ailelerden yeterince destek görüyor mu? Çocuğunuzu engelli bireyler için açılan okullara veriyorsanız, etiketlemiş veya ayrıştırmış oluyorsunuz. Kendilerinden daha iyi modeller göremedikleri için, birbirine çok benzer özellikli çocuklar bir arada olduğu için, gelişmeleri de kilitlenmiş oluyor. Gerçek performanslarını gösteremiyorlar. Sosyal ve duygusal boyutlarına bakılacak olursa, doğal olarak, aileler de çocuklar da kendilerini toplumun bir parçası olarak görmek istiyorlar. Bunu yapabilmek için de zemini hazırlamamız gerek.

Kaynaştırma sadece özel gereksinimli çocuklara yarar sağlayacak bir model değildir. Normal gelişim özelliği gösteren çocuklar için de çok önemlidir. Hayatında hiç engelli arkadaşı olmayan bir bireyin öğrenimini tamamlayıp mesleğe geçtikten sonra, bu kişilerin ihtiyaçlarına yönelik bir takım bilgilerle, duyarlı olması mümkün mü? Eğer biz erken dönemde kaynaştırmaya başlarsak, bedensel engelli bir arkadaşı olan bir mimar merdiven genişliklerinin, rampaların ne kadar önemli olduğunu anlayacaktır. İlla ailelerimizde olmasına gerek yok. Bunu bireyler okul sıralarında öğrenecekler. Biz bugüne kadar özel eğitimin sorunlarını özel eğitimcilerle çözmeye çalışmışız. Bu çocuklar sadece bizim elimizde değil.

SERÇEV Türkiye’de tersine kaynaştırmanın uygulandığı tek okul. Engelli öğrenciler için yapılmış bir okulda, normal gelişim gösteren öğrencilerin de birlikte eğitim aldığı bir okul. Bu okulun da bir takım engelleri mevcut, sınıflar çok küçük mesela, tekerlikli sandalyeler düşünülmeden yapılmış. Her şeye rağmen güzel bir örnek. Şayet okulu yapan mimarın engelli bir arkadaşı olmuş olsaydı, tekerlekli sandalyelerin sınıflara nasıl sığacağını düşünerek planlardı.

Kaynaştırma eğitimi ayrıştırılmış eğitimden çok daha faydalı bir model. Bir sistem veya bir model her çocuk için uygun olamaz. Farklı seçenekler olmalı. Ayrı bir okul, ayrı bir sınıf veya kaynaştırma sınıfları birer seçenek. Doğru zamanda, doğru kararların verilebilmesi önemli. Seçenekler arası geçişe izin verilebilmeli. Bir çocuk bir okula yerleştirildi diye hep aynı yerde olacak diye bir şart olmamalı. İlerleme gösterdiyse yer değiştirebilmeli. Ayrı okulda eğitim görürken kaynaştırma sınıfına dahil olabilmeli. Bütün bunlar sistematik bir şekilde yapılmalıdır.


Söyleşi : Kamuran Feyzioğlu – Şule Tüzül

kamuranfeyzioglu@gmail.com - sule.tuzul@isbank.net.tr


(Bu yazı 04 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

KAYNAŞTIRMA EĞİTİMİ – 1

Fotoğraf : Fazlı Öztürk

“Bir beden herkese uymaz”
Ankara Üniverstesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Doç.Dr. Tevhide Kargın

Kaynaştırma eğitimi, özel gereksinimli öğrencilerin normal gelişim gösteren akranlarıyla birlikte, aynı sınıflarda, öğretmene ve özel gereksinimli öğrenciye destek eğitim hizmetlerinin sağlanması koşuluyla sürdürülen eğitimdir. Bu tanımda altı çizilmesi gereken destekleyici eğitim hizmetleridir. Bunların neler olduğuna bakacak olursak fiziksel düzenlemelerden, programlara, amaçlara, öğretim yöntemlerine, not sistemlerine ve ödevlerin düzenlenmesine kadar bütün süreçleri içine alır. Eğer kaynaştırma eğitiminde istenen başarı elde edilemiyorsa doğru yapılmış tanımın iyi uygulanamamasında kaynaklanıyordur.
Öğretmenlerin tek başlarına kaynaştırma eğitimlerinde başarılı olmaları beklenemez. Öğretmenin her şeyden önce engel grubundaki bireyleri çok iyi tanımasıı gerekir. Nelere ihtiyaçları olabilir, nelerden zarar görebilirler çok iyi bilmesi gerekmektedir. Öğretmen yetiştirme programlarında müfredata özel eğitim dersleri alındı. Öğretmenlerin yetişmedikleri bir konuda eğitim vermeleri beklenemez. Böyle bir durumda başarısızlık peşinen kabul edilmiş olunur. Eğer tüm çocukları içerecek bir eğitim anlayışını benimseyecek olursak, öğretmen yetiştirme programlarının da tüm çocukları içerecek öğretmenleri yetiştirmesi zorunludur.
Bir beden herkese uymaz. Hata bir bedeni herkese giydirmeye çalışmaktır. Yaşam alanları farklı bedenlere de uyacak şekilde düzenlenmelidir. Müfredatlar, ev ödevleri uygun bir şekilde düzenlenmelidir. Öğretmen ders sonunda bütün sınıfa aynı ödevi verir. Ancak normal gelişim gösteren öğrenciler arasında dahi bu ödevi yapmaya yeterli olmayan öğrenciler olabilir.
Kaynaştırma eğitimi, sistem olarak ayrımcılığı ortadan kaldırmaktadır. Bütün bireyler için uygun eğitim ortamları sunulduğunda engelli yada engeli olmayan diye bir ayrım yapmaya da gerek kalmayacaktır. Özel eğitim belki engelli bireyler için düşünülen bir eğitim modeli ancak tanı almadığı halde özel eğitime gereksinimi olan öğrenciler sistem içinde her zaman oldu. Daha hareketli, dikkati daha dağınık olanlar, daha başarısız olanlar, yerinde uzun süre oturamayanlar vs. bu çocuklar yaramaz, haylaz, tembel olarak adlandırılır ve sistem dışında kalırlar. Farklılıkları içerecek bir eğitim anlayışı, tanı alınmasını beklemeden bütün çocuklara ulaşılmasını sağlar.
Kimler kaynaştırılabilir? Şu tanı grubuna girenler kaynaştırılabilir, diğerleri kaynaştırılamaz gibi bir sınıflandırmaya gitmek yanlış olur, bireysel ihtiyaçlar ön planda olmalıdır. Öğrenci sadece zeka testleri sonuçlarına göre değil, eğitsel performanslarına göre de değerlendirilmelidir.
Engelli bireyler için eğitim seçenekleri; ayrı okullar, özel eğitim sınıfları, kaynaştırma ortamlarıdır. Bunları kendi arasında bir diğeriyle kıyaslamak yerine hangi durumlarda, hangi çocukların, nerede eğitim alacağına çok iyi karar verilmesi gerekmektedir. Yerleştirme seçeneğini doğru yapabilirsek; çocuğun eğitsel performansına ve yetersizlikten etkilenme derecesine göre karar verirsek ve karar verdikten sonra değiştirilemez kararlar olarak görmezsek, yani okullar arasında, yerleştirme seçenekleri arasında hareketliliğe izin verirsek başarı çağrılabilir. Görme engelli, 6-7 yaşına kadar bir şekilde sistem dışında kalmış bir çocuğa öncelikle iyi bir hareket eğitimi verilmeli, Braille Alfabesi ile okuma-yazmayı öğrenmelidir. Bunları genel eğitim ortamlarında sağlayamayabiliriz. Bu altyapıyı sağlayabilmek için özel gereksinimli öğrenci görme engelliler için açılan okullara gidebilir öncelikle. Öğrencinin eğitsel performansı uygun gelişim gösterdiyse, daha sonra kaynaştırma eğitimine geçişi sağlanabilir. Dolayısıyla bu seçenekler, aralarında geçişi uygun olan seçenekler olarak görülmektedir.
Söyleşi : Kamuran Feyzioğlu – Şule Tüzül
kamuranfeyzioglu@gmail.com - sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 27 Kasım 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

ENGELSİZ ŞEHİR VANCOUVER



Fotoğraflar: Nuran Akkılıç Kansu

Geçtiğimiz Ağustos ayında, Kanada'nın batısında, Pasifik okyanusunun kıyısında bulunan, etrafı dağlar ve yağmur ormanlarıyla çevrili, güzelliği ile ün yapmış şehir Vancouver'a gittim.

Giderken Afsad sosyal sorumluluk projesinde, engelli çocuk ve gençlerle gönüllü çalışmalarını sürdüren arkadaşlarım yurt dışında engelli yaşam ve haklarını merak ettiklerini söyleyerek bir kurumdan bilgi almamı istediler. Vancouver’da yapılacaklar listeme bunu da eklerken aslında bilgiye ulaşmak için sadece sokaklarda dolaşmamın ve hayatın içinde olmamın yeterli olacağını bilmiyordum.

2009 senesinde Kanada’nın en kolay yürünebilen şehri seçilen Vancouver'ı ben de yürüyerek dolaşmaya karar verdim. İlk haftamda bu şehirde yaşayan engelli insanların çokluğu dikkatimi çekti. Neredeyse sayıca bu kadar çok olmalarında bir gariplik olduğunu düşünmeye başlamak üzereydim. Öyle ya, benim şehrimde bu kadar çok engelli ve tekerlekli sandalyede olan insan yoktu ki.

Engelli deyince, benim ülkemde sokaklarda, otobüslerde, kafe ve restoranlarda neredeyse hiç rastlamadığım bir insan grubu geliyordu aklıma. Vancouver’da sürekli görüş alanıma giren, dikkatimi çeken bu görüntüde zihnimi bu kadar kurcalayan şey neydi? İşte tam da o dakikada gerçekle yüz yüze geldim. Benim şehrimde engelli insanların sayısı Vancouver'dakinden daha az değildi. AZ olan engellilere sunulan imkanlardı. Az olan hayata dahil olmak için engellilerin bulamadıkları kolay erişim ve mekanlardı.

Son derece canlı bir şehir olan Vancouver’da yerli, yabancı, kadın, erkek, engelli ve engelsiz herkesin eşit bir şekilde hayattan zevk almalarını sağlayacak her türlü imkan var. Pasifik okyanusunun kenarındaki plajlara ve kayak merkezlerine ve dünya çapında yapılan festivallere ulaşımı sağlayan tüm belediye otobüslerinde engelli araç rampaları ve otobüsün ön kısmında engelliler için ayrılmış güvenli bir bölüm var. Deniz otobüsleri, yer üstü ve yer altı trenleri de engelliler için aynı olanakları sağlıyor.

Görme engelliler için konuşan trafik lambaları, binaların girişlerinde ve kaldırımların hepsinde standartlara uygun rampalar, binaların üst katlarına ulaşımda asansörler, önce engelliler düşünülerek yapılmış.

Otoparkların hepsinde engelliler için ayrılmış park yerleri mevcut. Dünyanın neresinden gelirseniz gelin yanınızda getirdiğiniz engelli belgeniz tüm imkanlardan yararlanmak için geçerli.

Kafe ve restoranların hepsinde engelliler için ayrılmış masalar ve kolay kullanabilecekleri tuvaletler var. Tiyatro ve sinemalar da yine engellilerin erişimine uygun yapılmış.

Doğa sporlarıyla ünlü olan şehirde, her yaştan insana yönelik etkinliklere engellilerin de katılması ihmal edilmemiş. Trekking yapmak ya da vahşi doğada vakit geçirmek istiyorsanız size gerekli özel düzeneği sağlamaları için telefon edeceğiniz bir merkez var.

Kanada’nın bütün şehirlerinde açılan Ulusal Aktif Yaşam Merkez’leri herkesi ama özellikle engelli insanları daha aktif bir yaşam için motive ediyor. Merkez, aktif yaşam tarzı olan insanların hayattan daha çok zevk aldıklarını, yaşam kalitelerini artırdıklarını, özgüvenlerinin artığını, hareket etme yeteneklerinin çoğaldığını ve ilerde bağımsız hayat sürebildiklerini söylüyor. Araştırmalar, aktif olan engellilerin günlük hayatlarında zorluklarla daha kolay baş edebildiklerini, kolay ve keyifli bir yaşamla daha az sağlık problemi yaşadıklarını gösteriyor.

Vancouver’daki son haftamda bir önceki belediye başkanının tekerlekli sandalye kullanan bir engelli olduğunu öğrendim. Peki ondan önce bu şehir nasıldı? Engelli bir belediye başkanı olmasa farklı mı olacaktı? sorusuna gelen cevap Vancouver’ın hep engelli dostu bir şehir olduğu, eski belediye başkanının ise tüm eksikleri tamamlayarak şehri her zamankinden daha engelsiz hale getirdiği şeklinde oldu.

Vancouver’dan dönerken benim şehrimde de aynı şeylerin istenirse yapılabileceğini düşündüm. Yapılması imkansız gibi görünen şeylerin dünyanın bir yerlerinde yapılabilmiş olduğunu görmek umut verdi bana.

Nuran Akkılıç Kansu

nuran@oncecocuklar.com

(Bu yazı 20 Kasım 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

ÖNYARGI DEĞİL ÖNSAYGI…

Fotoğraf: Yasemin Şenyurt

Önyargılı bakışlarla insanlara karşı haksızlıklar yaparız. Çünkü önyargıyla baktığımızda o insanı tanıma şansını ortadan kaldırırız. Tanımak ve anlamak için insanlara ön saygı ile baktığımızda yaşanacak ilişkilerin zenginliği hepimizi şaşırtabilir.

"İnsan dediğin derya misali
Üstünde milyonlarca dalga
İçinde kıyametler kopmalı
İnsan dediğin derya misali
Uçsuz bucaksız olmalı." diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu.

Ne kadar uçsuz bucaksız olabiliyoruz diye sorabiliriz kendimize. Uçsuz bucaksız olamıyorsak bunun nedenlerini sorgulamalıyız. İçimizde kıyametler kopmasın diye çabaladığımızı biliyoruz ama doğru mu yapıyoruz? Hayata bakışımızda engeller var. Kendimize ve insanlara bakışımız da engellerle dolu. Bu engellerden belki de en ciddi olanı yaşamın olanaklılıklarının farkında olmamamızdır. Dolayısıyla kendimizin ve insanların yapabileceklerinin farkında değiliz. Farkında olamadığımız için de belirli kalıpların dışına çıkamıyoruz. Belirli kalıpların içinde yaşamak da sonunda mutsuzluğu ve umutsuzluğu getiriyor. İnsanın olanaklarının farkına varması ve gerçekleştirebilmek için çaba göstermesi sadece kendisini değil birçok kişiyi etkiler. İnsan kalıpların dışına çıkabileceğinin farkına varamazsa hayata bakışındaki engeller her gün çoğalır. Hayata bakışımızdaki engellerin çoğalması ise “ben değiştiremem ki” düşüncesine yol açar.

İnsan kendini küçümsediğinde ya da çok önemli hissettiğinde durup bir an düşünmesi gerekir. Değişim için insanın kendini çok önemli hissetmesi gerekir. Değişimi gerçekleştirecek çalışmalar için ise insanın kendini abartmadan diğer insanlarla el ele vererek yol alması gerekir. Değişimin mümkün olduğuna inanmakla başladığımızda ve kendimizde bu gücü bulduğumuzda yaşamdaki sorunların üstesinden gelmeye başlarız.

Hayata, insanlara ve kendimize bakışımızdaki diğer önemli bir engel ise önyargıları aşamamaktır. Aslında bu engel de yaşamı derinlemesine düşünmemizi ve yaşamımızı zorlaştırır. Önyargılarla dolu olduğumuzda bir insanın ne olduğuna ve nasıl davranacağına, neleri yapıp neleri yapamayacağına baştan karar veririz. O insanı tanımadan onun hakkında karar vermek aslında yapabileceğimiz en büyük haksızlıktır. Kendimizi tanımadan kendimiz hakkında ne çok karar verir ve ne çok haksızlık yaparız. Burada önemli olan tanışmanın ötesine geçip yaşamın çeşitli alanlarında kendimizi ve diğer insanları tanımaya çalışmaktır.

Bu noktada hayata bakışımızdaki ilk önemli engel olarak gördüğümüz olanakların farkında olmama ve ikinci engel olarak gördüğümüz önyargılarla dolu bakışlar birbirimizin arasında duvarlar örerken kendi içimizde de uçurumlar yaratır. Kendimizi bir köşeye sıkıştırılmış gibi hisseder ve bir başka insanı dinleyip anlamak için güç bulamayız. Tüm bunların sonucunda yalnızlık, karamsarlık, umutsuzluk herkesin içini sarar. Aynı zamanda insanlar boş verme tutumu içerisinde hayatı ıskalar.

Önyargılarla dolu bakışları bir yana bırakıp insanlara, kendimize, hayata ön saygı ile bakabilsek daha mutlu ve daha umutlu olacağız. Çünkü ön saygı ile kimseyi kimseden üstün tutmayacağız. Çünkü ön saygı ile insanlar birbirlerine karşı daha duyarlı olacak. Çünkü ön saygı bu dünyada yaşayan tüm varlıkları önemsemeyi ve değer vermeyi mümkün hale getirecek.

Olanakların farkında olup değişime inanarak ve ön saygıyla hareket ederek sürdürdüğümüz yaşamlar aslında felsefeyle, psikolojiyle, sosyolojiyle ve sanatla, bilimle, siyasetle ilgilenerek sürdürdüğümüz yaşamlardır. Hayata bakışımızdaki engelleri ortadan kaldırmak istiyorsak çabalamalıyız ve çalışmalıyız. Kendimizi abartmadan, başkalarını dışlamadan, okuyarak ve sorgulayarak…


Yasemin Şenyurt
yaseminsenyurt@gmail.com
(Bu yazı 13 Kasım 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

İklim Değişikliği Yaşamda Engeller Oluşturuyor

Fotoğraf: Nuran Kansu

Bundan dört yıl önce Şubat ayında gözlem evinin bahçesinde merdivenlerden çıkarken basamaklardan benim aksi yönümde yürüyen siyah benekli, kırmızı bir böceğe rast geldiğimde şaşkın gözlerle bakıp yanımdakine espiri ile “Bu mevsimde bunun burada işi nedir ki ?”demiştim. Küresel ısınmanın çok uzak olduğunu düşündüğümüz o günlerde, zamansız ve davetsiz bir şekilde, Şubatın ortasında bir bahar edasıyla dolaşan o küçücük güzel böceğin felaketin bir habercisi olduğunu nerden bilebilirdim ki.

İklim değişikliği beklenilenden çok daha önce ve çok daha çabuk kapımıza geldi. Tanınmış bilim insanları, aktivistler ve yazarlar (www.350.org) geçtiğimiz aylarda bu önemli sorun için bir araya geldiler. Küresel ısınmanın, durdurulması zor bir noktaya doğru hızla ilerlediği haberini verdiler. Dünyayı kurtaracak sihirli sayının “350” olduğunu ve ne yapılması gerektiğini bildiklerini söylediler. Tüm dünya ülkelerini 24 Ekim de bu sayıyı ön plana çıkaracak bir eyleme davet ettiler.

350 Ne Demek?
Küresel ısınma sera gazının atmosfere yayılması sonucu oluşmaktadır. Bilinen en yaygın sera gazı karbondioksittir. Atmosferdeki güvenli karbondioksit miktarı 350 parça/milyondur. Bilim insanları, 350 parça/milyon sayısını çoktan aştığımız (387 parça/milyon) haberini veriyorlar. Bunun sorumlusu tek canlılar biz insanlarız. Eğer atmosferdeki karbondioksit oranı 350 parça/milyona indirilmezse yeryüzünde yaşamın sürdürülebilmesine olanak sağlayan hassas denge tamamen kaybolacaktır. Bilim insanları, ne yapılması gerektiğini biliyorlar. Atmosferdeki güvenli karbondioksit miktarı olan 350 parça/milyona dönülebilir.

İklim Değişikliği İnsanları ve Yaşamı Nasıl Etkileyecek?
Araştırmalar çok sayıda hayvan ve bitki türünün iklim değişikliğine uyum sağlayamadığı için şimdiden yok olmaya başladığını söylüyor. Hayvan ve bitki türlerinin yok oluşu besin zincirini kırıyor. Besin zincirinin kırılması arka arkaya diğer türlerin de yok olmasına sebep oluyor. İklim değişikliği bu yüzden insan neslini de tehdit ediyor. Besin zinciri bozulmaya başladığından insan da temel besin kaynaklarından yoksun kalmaya başlayacak.

Uzmanlar, ısının artışı ile artan hava kirliliğinin insan sağlığını çok ciddi bir şekilde tehdit edeceğini, sıcak hava dalgalarının kalp ve solunum rahatsızlıkları olan kişileri olumsuz yönde etkileyeceğini söylüyorlar.

Kutupların erimesi, denizlerin yükselmesi, seller, kuraklıkların oluşması, bulaşıcı hastalıkların yayılması hep iklim değişikliğine bağlı. Kuraklık ve sel gibi nedenler ile milyonlarca insanın göç etmesi bekleniyor. Bütün bu olanlardan ve olacaklardan en çok etkilenecekler de çocuklar ve yoksul ülkeler. Açlık, göçler, insan kaybı ve çaresizlik insan hayatının yaşam standartlarını olumsuz yönde etkileyecek. Yüzyıllar sonra olacağını düşündüğümüz bu felaketler aslında o kadar da uzak değil, önümüzdeki 50 yıl içinde bekleniyor.

24 Ekim Uluslararası İklim Hareketi Günü
181 ülke, şehirlerde, dağlarda, su altında, göllerde, sokaklarda, köy ve kasabalarda kadın, erkek ve çocuklarıyla, 5000 inden fazla etkinlikle Uluslararası İklim Hareketi Gününde bu büyük eyleme katılarak dünyayı kurtaracak “350” sayını ön plana çıkardılar. Ankara’da 150 bisikletli “350” sayısını sokaklarda dolaştırırken, Eymir Gölü’nde anaokulu çocukları aileleriyle birlikte yaşanabilir bir dünya ve iklim için “350” bayraklarıyla doğa yürüyüşü yaptılar. Bu eylemlerin hedefi Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak “İklim Zirvesi” ne katılacak dünya liderlerine önemli bir mesaj vermek içindi. İklim değişikliği bizden sonraki nesilleri ve onların çocuklarını da etkileyecek küresel bir sorundur. İklim değişikliğine sebep olan nedenleri ve karbon salınımlarını en aza indirecek gerekli tüm önlemleri alın. İnsan neslini ve dünyayı kurtarmak, çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmak tüm dünyanın sorumluluğudur.

Hükümetler ve büyük şirketler fosil yakıtlar yerine güneş, rüzgar ve dalga enerjisi, hidroelektrik ve biokütle enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yaparak dünyanın geleceğini değiştirebilirler. Atıkların, metan kaynakları olan çöp depolarına gitmesi yerine geri dönüşüm için gerekli alt yapıyı sağlayabilirler. Petrol yerine hidrojen gazıyla çalışan arabalarla hava kirliliğini önleyecek tedbirler alabilirler.


Nuran Akkılıç Kansu
nuran@oncecocuklar.com

(Bu yazı 06 Kasım 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

GECENİN KARANLIĞINDA ZEHİRLİ ETLERLE GELDİ ÖLÜM



Fotoğraf: Nilgün Ertürk

Başka bir canlın ölümüne neden olmak kabul edilebilir mi? Peki çirkin yüzlerini, arabalarının plakalarını sinsice gecenin karanlığına saklayarak uyguladıkları korkunç katliamlarla başka canlıların ölümüne neden olmak herhangi bir gerekçeyle açıklanabilir ya da kabul edilebilir mi? HAYIR !

Ne acıdır ki, açıklaması ya da kabulü olmayan bu yolla 14.Ekim.2009 Çarşamba günü Ankara’nın bir çok yerinde çok sayıda hayvan öldü, öldürüldü! Kuşlar, kediler, köpekler. Neden? Çünkü “İNSAN” denen canlı türü sokaklarda yaşayan canlar için çözüm üretmek yerine onları istemediğine karar verdi. Ve olabilecek en sinsi şekilde can aldı.

Sizler hiç can çekişen bir hayvanın gözlerindeki şaşkınlığı gördünüz mü? Üstelik kısa bir süre önce karnını doyurmak için yediği zehirli etler yüzünden dayanılmaz acılarla kasılan vücutlarına şifa olsun diye yedikleri otlar ağızlarının kenarında kuruyamadan, gözlerini bile kapatamadan kasıldıklarını gördünüz mü? Ve sadece veterinere yetiştirebildiğiniz bir canı kurtarırken, gözlerinde şaşkınlıklarını gördüğünüz diğer ölü bedenleri? Kuşların birdenbire pike yaparak yere düştüklerini? Etrafta kalan zehirli etleri toplarken saatler önce benzer bir insan elinin onları oraya nasıl attığını anlamaya çalıştınız mı? Ya da otopsiye götürdüğünüz kulağı küpeli ve bir süre önce sizi gördüğünde sevinçle kuyruk sallayan dost bir köpeğin acısını içinizde hissettiniz mi? Ve karanlığa saklanarak, alçakça bu katliamı yapanlarla bir arada yaşamanın aynı adı taşımanın “İnsan Olmanın” utancını taşıdınız mı?

İşte biz bir avuç hayvan sever 14.Ekim.2009 Çarşamba günü bunların hepsini gördük ve yaşadık. Ve belki de en kötüsü bu katliamlar 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na karşın Türkiye’nin her yerinde yıllardır devam ediyor.

Kendimiz için yaşam alanları yaratırken, yaşam alanlarını yok ettiğimiz canlılar ise hala bizleri sevmeye ve yaşam savaşlarını vermeye devam ediyorlar. Sevmek bir tercih ve kimse bir başkasını ya da bir başka canlıyı sevmeye zorlanamaz ama unutulan bir gerçek var; o da insanoğlunun diğer bütün canlılara saygı duyması gerektiği ve yeryüzünü bütün canlılarla paylaşmak zorunda olduğudur. Çünkü bir diğeri olmadan bütünlük bozulacaktır. Bu noktada hiçbir esneklik olamaz.

Yaşamın içinde birer engel olarak görülen canlıların bütünün bir parçası olduğunu görmemek için harcanan çabanın çok daha azı yok etmek yerine çözüm üretmek için harcandığında “İnsan Olmak” yolunda biraz daha ilerlemiş olacağız.

Oysa insanoğlu bu ilerlemeyi yapmak yerine hep kalem kırmayı tercih etti. Her kırılan kalem, bir başka katliamı daha getirdi. Ve “Benim karar verdiklerim dışında hiçbir canlı yaşayamaz etrafta. Ben yeryüzünde istediğim her şeyi yaparım, ben insanım ve istemediğim sürece hiçbir canlı benim bölgemde yaşayamaz”. dedi.

Ve ne acıdır ki Ankara’nın göbeğinde yaşanan katliamlara hiçbir yetkili sahip çıkmadı, çıkamadı. O yüzden artık bu katliamlardan biz sorumlu değiliz açıklamalarının hiçbir hükmü kalmadı. Bu günden sonra sokak hayvanları konusunda 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ile yetkileri ve sorumlulukları belirlenen bütün merciler, sorumluluğu üstlenmemekten vazgeçip bir adım daha ileri gitmek ve yapılan alçakça katliamları önlemek zorundalar. Aksi takdirde gecenin karanlığına saklanıp sinsice can alan katillerin onlardan çok daha güçlü ve etkili olduklarını kabul etmiş olacaklar.

Bu güne kadar hayvanlar bizim yüzümüzden barınaklarda olmasın, bizlerle bir arada yaşasınlar dedik ama bu canlara insanların zulmünden korunacakları bir alan bile veremedik. Kimi bu gerekçeleri kullanarak ormanlara, şehir dışlarına atılıp ölüme terk edildi, kimileri ise şehrin içine bırakılıp zehirlendi. Ve ne yazık ki yine bizim kötülüğümüz yüzünden bizler bu canlar için daha iyi bir yaşam alanı bulana ve haklarını korumak konusunda ileri adımlar atana kadar barınaklarda korumak zorundayız ve bunun içinde bütün barınaklardaki koşulların daha iyi noktalara taşınması ve sokakta yaşayan canların daha güvenli koşullara sağlanması için sizlerin desteğinize çok ama çok ihtiyacımız var.

Lütfen bizleri ve hayvan dostlarımızı bu zorlu yolda yalnız bırakmayın. Ses verin, omuz verin ve bizler bu zorlu yolda yalnız olmadığımızı bilmenin gücüyle daha hızlı ilerleyebilelim.

Nilgün Ertürk
HAYKOD ( Hayvanları Koruma Derneği)
nilgun.erturk@gmail.com
www.haykod.org

(Bu yazı 30 Ekim tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)