22 Ekim 2010 Cuma

POLİTİKACILAR, SİZ DE ÇÖZÜMÜN YOLUNU AÇIN

f: Nuran KANSU

Evvelki Pazar günü, takvim yaprakları 10/10/10 tarihini gösteriyordu. Bu tarihin çekici güzelliği pek çoklarını evlilik dairelerine aylar öncesinden kayıt yaptırmaya yönlendirirken, bazıları da bu günü kozmik bir dönüm noktası olarak görerek meditasyon yapmayı tercih etti. Bizler ise ilgisizlik ve ataletinden sıkıldığımız politikacıları iklim değişikliği konusunda adım atmaya çağırmak üzere bisikletlerimizle sokaklardaydık. Artık konuşma değil, iş yapma zamanıdır diyerek 10 kentle birlikte Ankara’da bisiklet yolu açılışımızı gerçekleştirdik.

Sokaklardaydık çünkü biliyoruz ki sanayi devriminden bu yana, insanoğlunun açgözlü saldırganlığı, kaynaklarımızı tüketmekle kalmadığı gibi Dünya’mızı da yaşanmaz hale getiriyor. İklim değişikliğinden kaynaklanan aşırı iklim olayları ve doğal afetler yaşama hakkımızın önündeki en büyük engel olarak her geçen gün daha şiddetle varlığını hissettiriyor. Çoktan kapımıza dayanmış olan bu tehdit karşısında politikacıların vurdumduymaz duruşu, yalnız bizleri değil, gelecek kuşakları da etkileyecek sonuçlara neden olmakta.

Küresel bir iklim hareketi olarak 350, bu endişeden yola çıkarak, 10/10/10 günü tüm dünyada bir çalışma/iş yapma partisi düzenledi. 181 ülkede 7347 etkinlikle insanlar iklim değişikliği ile mücadele konusunda artık politikacıları bekleyecek sabırları kalmadığını, artık iş yapmak üzere kolları sıvadıklarını haykırdı. Ankara’da Gençlik Parkı’nda buluşan 200 kadar bisikletli konvoyla Kuğulu Park’a geldi ve törenle bisiklet yolu açılışını gerçekleştirdi. Benzer şekilde Yalova’da Cumhuriyet Meydanı’nda Yalova Milletvekili Muharrem İnce ve Yalova Belediye Başkanı Yakup Koçal’ın da desteklediği yüzlerce bisikletçi basın açıklaması yaptı. Antalya’da AKM önünde toplanan bisikletçiler basın açıklaması yaptıktan sonra Karaalioğlu Parkı’na giderek müzik dinletisi gerçekleştirdi. İzmir’de kalabalık bir grup basın açıklaması yaparak Bostanlı Parkı’ndan Üçkuyulara süren bir bisiklet turu düzenledi. Adana’da Ziraat Mühendisleri Odası önünde toplanan arkadaşlarımız basın açıklamasının ardından tüm şehri anonslar ve tezâhüratlarla turladı. Edirne, Eskişehir ve Trabzon’da da basın açıklamaları ve bisiklet turları ile sokaklar rengârenk bisikletlerle şenlendi.

Ankara’daki bisiklet yolu açılışında kurdeleyi kesen genç kardeşlerimiz Aslan (12) ve Ceren’in (10) “Biz bisiklet yolumuzu açıyoruz, politikacılar, iklim için siz de çözümün yolunu açın” diyerek haykırırken gösterdikleri cesaret ve kararlılık, aynı saatlerde diğer kentlerde sokaklarda olan herkese güç ve umut verdi. Çünkü doğru politikaları uygulamak için hâlâ yeterli zaman da para da mevcut. Yeter ki iklim değişikliğinin etkilerinden omuz silkerek kurtulamayacağımızın farkına varıp, adım atmaya başlayalım. Milyarlarca doları nükleer santrallare, otoyollara, beşinci on beşinci köprülere ayırmak yerine bunun çok daha azıyla gerçekleşecek engelsiz ve sürdürülebilir bir yaşam için yaya ve bisiklet yolları yapımına fırsat tanıyalım.

Sesimiz katlanarak, kulakları sağır eden bir çığlık olana kadar, yüzler binleri, binler milyonları getirerek sokaklarda aynı mesajı çınlatmaya devam edeceğiz. 350 toplumsal bir hareket olarak iklim değişikliği engelini ortadan kaldırmak üzere yoluna devam edecek. Geleceğimizin önündeki iklim değişikliği engelini ortadan kaldırmak isteyen herkesi bizimle birlikte olmaya çağırıyor, 350 hareketini http://350ankara.blogspot.com adresinden izlemeye davet ediyoruz.

(Engelsiz Yaşam konusunda görüşlerinizi paylaşmak için: http://www.facebook.com/pages/Engelsiz-Yasam)

Serhan Demirci

350 Ankara Aktivisti

serhandemirci@gmail.com

(Bu yazı 22 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

18 Ekim 2010 Pazartesi

ENGELSİZ SANDIK İSTİYORUZ


12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen bir referandumu daha geride bırakıp, yaklaşmakta olan genel seçimleri düşünerek ilgililere engellilerin de oy kullandıklarını ve seçim sandıklarının engelsiz olmasının gerekliliğini hatırlatmak istedik.

Yapılan nüfus sayımlarında engelli bireylerin kayıtları da yapılmaktadır. Nüfus idaresi ile Yüksek Seçim Kurulu (YSK) koordineli çalışarak engellilerin de her vatandaş gibi oy kullanabilmesi konusunda çözüm üretmelidir. YSK tarafından seçim, referandum vb. durumların ilanı ile birlikte engelli bireylere bulundukları illerde nasıl oy kullanabileceklerine dair bilgilendirme yapılabilir. Ayrıca oy kullanmak isteyen engellilere, engel durumu ve nasıl rahat oy kullanabilecekleri gibi bilgileri belirtebilecekleri telefon ya da internet ile başvuru imkanları sağlanabilir.

Engellilerin de oy kullanabilmeleri için oy kullanılan her bina ya da okulda en az 1 oy sandığının erişilebilir ve başındaki seçim görevlilerinin engellilere yardımcı olmak konusunda bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Bu sandıklarda ayakta duramayanlar için oturacak bir sandalye bulunmalıdır.

Ancak engelliler için özel sandık istemiyoruz. Engellileri toplumdan soyutlayan, ayıran uygulamalar istemiyoruz. Engellilerin erişiminin sağlandığı sandıklarda herkes oy kullanabilmelidir.

Bürokrasinin oy kullanma işleminde engellilere engel çıkarmasına engel olmalıyız. Engelli bir vatandaşın oy kullanacağı sandık onun erişemeyeceği bir yerde olabilir. Bu durumda engelli bireyin aynı binada erişilebilir olan başka bir sandıkta oy kullanabilmesi sağlanabilir. Bina hiç erişilemez durumda ise, engelli seçmen oy kullanabileceği kendisine ulaşım açısından en uygun binada oyunu kullanabilir.

Tekerlekli sandalye kullananların karga tulumba merdivenlerde taşınmasını, daracık kapı ve koridorlarda sıkışıp kalmasını istemiyoruz. Tekerlekli sandalye, sandığın bulunduğu yere kadar rahatça gidebilmeli, sandığın bulunduğu kapalı alan tekerlekli sandalyenin sığabileceği genişlikte olmalıdır. Aslında oy kullanmak için bunları talep etmek çok anlamsız, çünkü aslında her çocuğun eğitim alma hakkının olduğu bir ülkede tüm okulların engelsiz olması, tekerlekli sandalyeye uygun olması gerekirdi. Özürlüler yasasına göre de tüm binaların engellilere uygun olması gerekirdi. Maalesef ne binalarımız ne de okullarımız engelliler için uygun. Okullarımız ve binalarımız tekerlekli sandalyeye uygun şartları sağlayabilseydi, tüm bu düzenlemelere de gerek kalmayacaktı.

Mevcut seçim ve oy kullanma sisteminde görme engelliler yanlarında biri ile sandığa giderek oy kullanabilmektedirler. Gerekli çalışmalar yapılarak (kabartmalı yazı, elektronik sistemler, vb. gibi) görme engellilerin tek başına oy kullanabilmeleri sağlanmalıdır.

Oy kullanmak isteyen ancak evinden çıkamayacak kadar engelli olan vatandaşlarımızın da oy kullanabilmesi için de gerekli koşullar sağlanmalıdır.

Seçim sandıklarının engelsiz olması konusunda en büyük görev yine engellilere düşüyor. Her vatandaş oy kullanma hakkına sahiptir. Oy kullanmak ise her vatandaşın görevidir. Bu bilinçle, engelliler oy kullanacakları yerin engelsiz olması konusunda oy kullanmadan önceki günlerde Yüksek Seçim Kurulu’na ve oy kullanacakları binanın sorumlularına bu konuda başvurmalıdırlar.

(Engelsiz Yaşam konusunda görüşlerinizi paylaşmak için: http://www.facebook.com/pages/Engelsiz-Yasam, afsadengelsizyasam@googlegroups.com)

ŞULE TÜZÜL

sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 15 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

9 Ekim 2010 Cumartesi

Yarın atamayacağınız adımlar için şimdi adım atma zamanı!


Etiyopya’lı çiftçi Mulualem, yaşadığı bölgede eskiden 3-4 metreden su çıkarken, artık 50 metreden su bulamadıklarından yakınırken, iklim değişikliğinin yarattığı etkilerden yakınıyordu Kopenhag iklim zirvesine karşı yapılan alternatif zirvede. “İklim meselesini artık Afrika’da herkes biliyor. Televizyonlardan izliyoruz. Babamların döneminde problem yoktu ancak şimdi biz çevre aktivistleri olduk.” sözlerini ülkesinden gelerek söylüyordu. Etiyopya’nın Başbakanı Mele Zenawi’nin Afrika ülkelerini bir araya getirerek ortak hareketi oluşturmasından da övgüyle bahsediyordu.

Etiyopya’da bunlar olurken, Anadolu’nun pek çok yerinde artık suyun 100 hatta 150 metreden çıktığına dair haberleri duyuyoruz. Borçka’da Demirci ailesinin 5 üyesi, hayatlarını geçirdikleri evlerde ilk defa sele kurban oldular. Haziran ayında yaşanan aşırı yağışlar, Temmuz ve Ağustos’da sıcak hava dalgaları iklim felaketlerinin örneği sayılabilir.

İklim değişikliği yaşamımızdaki tanımların sınırlarını değiştiriyor. 2007 kuraklığında suya ulaşamamanın zorlukları, mevcut altyapının ve anlayışın ne kadar çözümsüz olduğunu ortaya koydu. İnsanlar, ilk defa yaşamlarında başka engellerin olabileceğini görmeye başladı.

Sanayileşme öncesi atmosferde 280 ppm (milyonda parçacık) karbondiksit varken bu sayı bugün 392’ye çıktı. Bunun karşılığında ise yaklaşık 1 derece yerküre ısındı. 2 derece ısınmaya yaklaştığımızda, artık geri dönülmez noktaya varıyoruz. Bilim dünyası, bu noktada son uyarısını yaptı. Geri dönüşü olmayan noktaya kadar fosil yakıt yakmaya devam etmemiz durumunda, yaşadığımız aşırı iklim olaylarının olağan hale geleceğini yıllardır anlatıyorlar.

Bilim dünyasının 350 çağrısı bugün milyonları harekete geçirdi. 24 Ekim 2009’da 5000’den fazla kentte ortak eylem yapılarak Kopenhag’da politikacıların artık çözümü hayata geçirmesi talep edildi. Ancak, Kopanhag’da bütün devletlerin büyük bir başarısızlığı, imza bile atamayacak bir süreç gerçekleştirmesi, bizleri daha net bir mesaj vermeye zorladı: Siz yapamadınız, biz beklemiyor ve işe başlıyoruz!

24 Ekim’de iklim değişikliğine karşı 200 bisikletle meclise doğru pedal çevirmiş, yaya ve engelli gönüllülerce karşılanmış ve vekilleri de davet edip taleplerimizi iletmiştik. Bisikleti çok sevmiştik, çünkü iklim dostuydu, cüzdan dostuydu ve fosil yakıtlara karşı en iyi cevaplardan birisi idi. Yani bisiklet çözümdü. Biz bunları yaparken, Mayıs ayında hükümetin imzaladığı “İklim Değişikliği Strateji Belgesi’ne göre ulaşım konusunda kısa vadede “bisiklet ve yaya ulaşımına imkân veren düzenlemeler özendirilecektir” deniyor. Yani, ülkemizde yürümek ve bisiklet gibi temel ihtiyaçlarımızın çoktan karşılanması gerekiyorken, bugün iklim değişikliği ile daha önemli hale gelen yaya yolları ve bisiklet yolları konusunda politika sadece “özendirme” ile sınırlı.

İşte bu yüzden, 10 Ekim 2010’da bisiklet yolumuzu biz açacağız ve “Bizler bisiklet yolu açıyoruz. Politikacılar, iklim için çözümün yolunu siz açın” diyeceğiz. Bu sene ise, farklı olarak 1 kentte değil, aralarında Trabzon, Yalova, İzmir, Antalya, Eskişehir, Bursa, Adana gibi kentlerin de olduğu, Tüketici Dernekleri Federasyonu-Tüdef’e bağlı tüketici örgütlerinin, Perşembe Akşamı Bisikletçileri’nin desteği ile yapacağız.

İklim Değişikliği hayatımıza kalıcı zararlar vererek yeni engeller çıkartacak. Atılması gereken adımlarda geç kaldık ve artık bekleyemeyeceğiz. Yarın atamayacağınız adımlar için, lütfen sizde 10 Ekim’de adımınızı atın. 10.10.10’da saat 10:10’da Gençlik parkında buluşuyor, Kuğulu Park’da bisiklet yolumuzu açıyoruz. Detaylı bilgileri www.350ankara.blogspot.com adresinden edinebilirsiniz!’

Önder Algedik

350ankara aktivisti

(Bu yazı 08 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

7 Ekim 2010 Perşembe

Yerel Yönetimim Uyuyor Mu?


Ortaokuldaydım ve yaşım on beşti; unutmuyorum. Spastik engelli olduğum için yürüyemiyor ve sağ elimi kullanamıyorum. Aynı okulda resim öğretmeni olan babam, ek dalının sanat tarihi ve bu konuda ehil bir insan olmasından dolayı, okulun gezi kolunu yönetirdi. İstanbul’a tedavi amacıyla defalarca gitmemize rağmen o güne kadar pek gezme fırsatımız olmadığı için o İstanbul gezisine ben de katıldım.

Eyüp Sultan camiinde gezerken tekerlekli sandalyeme yaklaşan yaşlı bir amca, istemsiz olarak açılıp kapanan sağ elimi tuttu; ardından da hızla uzaklaştı. O an elimde bir şey hissettim. Tepkisel olarak kapanan elimi açtıktan sonra avucumda bozuk bir parayla karşılaştım. Şoke olmuştum; kısa bir süre olayı tam kavrayamadım ama sonra parayı hırsla alıp kimse görmeden fırlattım.

Hayatımda ilk defa, toplumun “sakat(!) eşittir dilenci” ön yargısı ile yüz yüze gelmek beni çok üzmüştü. Üzerindeki kıyafet, yanındaki insanlar önemsiz detaylardı. Tekerlekli sandalyedeyseniz siz mutlaka ‘dilenci’ yani ‘daima yardım edilesi bir varlık’ olmalıydınız.

Cahil bir vatandaşın densiz bir hareketi olarak görebilirdim bunu ama “ya öyle değilse?” diye düşündüm. Çünkü zaman geçtikçe o amcanınkinden çok daha sert ve anlamsız ön yargılarla karşılaştım. Hadi o, cahil, bir ayağı çukurda bir ihtiyardı o an benim gözümde; ya sonra karşılaştıklarım?

Lisedeyken, okul çıkışında karşılaştığımız ve babama benim için zaman zaman “zekâsı nasıl?” diye soran; okurken, işe girerken, çalışırken zorluk çıkartan insanların bu amcadan tek farklarının “diploma” olması daha da acı...

Her şeye rağmen son yirmi yılda önemli mesafeler kat edildiği kanaatindeyim. Artık, “engelli çocuğunuzu toplumdan kaçırmayın, onu sosyal hayatın içine katın” mesajlarının daha az verilmesi kadar, sokaktaki problemlerin, sosyal hayatın devamını sağlayacak unsurların en azından tartışılıyor olması bir adım...

Bütün bunlarla beraber, engelliye bir takım fazladan imkânlar vererek yaşadığı toplumdan soyutlama anlayışına da temelde karşıyım. Engelliler tatil köyü, engelliler otobüsü, engelliler parkı ne kadar itici ve farklılaştırıcı yani ötekileştirici değil mi? Ben, prensip olarak “herkes gibi, herkesle beraber” bir hayatı tercih ediyorum.

Yıllar önce yaşadığım ilçe’nin (Bursa/Yıldırım) o zamanki belediye başkanını evime çok yakın olan parktaki bir etkinlikte yakalamış, o parktaki birçok bölüme rampa olmadığı için giremediğimi söylemiş, en azından belli yerlere rampa yapılmasını istemiştim. Başkanın bana söylediği gerçekten ibret vericiydi:

“Mesken’de engelliler parkı yaptık, oraya gidin.”

Dediği yer de oturduğum yerden en az 5 km. uzaktaydı... Kaldı ki, ona “keyfimin kâhyası mısın kardeşim, ben bu parka gitmek istiyorum.” demek vardı ama acı acı gülümseyip ayrıldım yanından...

Yerel yönetimlere, yapmaları kanunen zorunlu hale getirilmiş şeyleri hatırlatmak zorunda mıyız? Yedi yıl süre konmuştu hatırlarsanız… Yoksa yine birçok konuda olduğu gibi bu konuda da “yumurtanın kapıya dayanması mı” beklenecek?

(Engelsiz Yaşam konusunda görüşlerinizi paylaşmak için: http://www.facebook.com/pages/Engelsiz-Yasam, afsadengelsizyasam@googlegroups.com)

Alper Şirvan

alpersirvan@gmail.com

(Bu yazı 01 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

24 Eylül 2010 Cuma

DAĞA GÖZ DEĞİL YÜREK TIRMANIR



fotoğraflar: Öztürk KAYIKÇI

Türkiye’nin ilk görme engelli milli atleti ve dağcısı Necdet Turhan geçtiğimiz ay gerçekleştirdiği Mont Blanc tırmanışı öyküsünü sizlere şöyle anlatıyor;

2002 Yılında New York Maratonu ile başlayan Beş Kıta projemin maratonlar bölümü ardından dağlar serisinde üçüncü kıta olan Avrupa’da Mont Blanc tırmanışı için Cenevre’ye uçuyoruz. Tırmanış öncesinde konaklayacağımız Fransa’nın Chamonix Kasabası Cenevre’ye hayli yakın.

Cenevre Havaalanı’nda uzun kaya tırmanıcısı dostumuz Michael Piyola karşılıyor bizleri. Michael’in evinde birkaç saat soluklandıktan sonra ekibimize tahsis ettiği arabası ile İsviçre’den Fransa’ya geçip Chamonix’e yerleşiyoruz. Tarih; 2 Ağustos 2010.

Ünlü bir doğa sporları merkezi olan Chamonix kökleşmiş bir doğa sporları kültürüne ve 1902 yılında kurulmuş bir dağcılık okuluna sahip, dağcılığın ilk başladığı yer olarak kabul ediliyor bu kent.

Chamonix’de Yapılan değerlendirme ve hazırlıklar ardından 3 Ağustos sabahı Nevzat Öntaş, Mustafa Kalaycı, Haldun Ülkenli ve Öztürk Kayıkçı’dan oluşan ekibimiz ile Ayşe Arman, Bursa Nilüfer Belediyesi ve North Face Firması tarafından desteklenen tırmanışımıza başlama kararı alıyoruz. Tırmanış, dişli trenden indiğimiz 2000 m. noktasından başlıyor. Hedefimiz ilk gün yaklaşık 1200 m. yükselerek Teterousse Dağ Evi’ne ulaşabilmek. Tüm Mont Blanc tırmanıcıları rotada var olan iki dağ evinden yararlanıyorlar zirveye ulaşabilmek için.

Ekip düzeni oluşturuyoruz. Önde giden arkadaş, sesine yoğunlaşıp takip ettiğim çanımı taşıyor. Yer yer dik kayalardan, bazen patikalardan, bazen de uçurum kenarlarından geçerek yükseliyoruz. Uçurum kenarlarından geçerken, kayalara “bold” dediğimiz metal çiviler ile sabitlenmiş çelik tellerden emniyetimi alarak yürüyorum.

Akşama doğru ilk dağ evine ulaşıyoruz, hayli yorgunum. Bilhassa son yarım saat içerisinde yorgunluğum artıyor. Bunda giderek ağırlaşan sırt çantamın payı büyük. Hava şartlarının olumsuzluğu nedeniyle iki gün kalacağımız dağ evine yerleşiyoruz. Yağmur olarak başlayan yağış kara dönüyor…

Kar yağışının güzelliğini anlatıyor arkadaşlar bana. Kar bazen kelebekler misali savrularak bazen de bulgur taneleri misali serpilerek düşüyorlar. Bir yandan da stres duyuyorum bu durumda tırmanışımızın akıbeti ne olacak diye. ODTÜ Dağcılık Kolu Antrenörü ve faaliyet sorunlusu Nevzat Öntaş camdan dışarıya, tırmanmamız gereken dik kaya etaplarına bakarak konuşuyor; “İşimiz çok zor…”

Ertesi sabah kar yağışının durduğunu görüyoruz, kayaların sivri uçları dışında her taraf bembeyaz. Fakat dağcılık tekniği anlamında riskli bir beyazlık bu. Zira yeni yağan kar un misali tozak konumda. Kazma tutmuyor, gerektiğinde emniyet almak pek mümkün değil.
İp birliği oluşturup ortalama yarım saat içinde ilk kaya bloğunun altına geliyoruz. Kaya kar ve buz kaplı. Nevzat Öntaş “Dönmeliyiz!” diyor. Fakat tehlikeyi görebilmem için ilk etabı deneyebileceğimi söylüyor. Sol taraftaki sabit hattan emniyet alarak tırmanıyorum. Ayaklarımdaki grampon dediğimiz metal aparatlar ile kayaya tutunmakta zorlanıyorum. Miks tırmanış denilen kar, buz ve kaya koşullarında dokuz on kaya etabı geçmemiz gerekiyor ve bunlardan beş altısı daha tehlikeli. Karın toz oluşu ve kazma tutmayışı tehlikeyi daha da artırıyor.

3500 m. noktasından dönüyoruz, bizim dışımızda dönme kararı alan başka ekipler de var. Bu kez rotamız 300 m. altımızdaki Teterousse Zirvesi. Bu Zirve’de “YAŞAMI SEVMEK İÇİN YÜREK BAŞARMAK İÇİN EMEK GEREK” ve “DAĞA GÖZ DEĞİL YÜREK TIRMANIR” yazılı pankartları ve Türk Bayrağı açarak dönüşe geçiyoruz. Büyük bir deneyim oluyor benim için Mont Blanc etkinliği. Chamonix’te kalan üç arkadaşımızdan daha sonra dönüş kararı aldığımız kayalık bölgede iki dağcının düşüp vefat ettiğini öğreniyoruz.

(Engelsiz Yaşam konusunda görüşlerinizi paylaşmak için: http://www.facebook.com/pages/Engelsiz-Yasam)

Necdet Turhan
www.necdetturhan.com

(Bu yazı 24 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

17 Eylül 2010 Cuma

BEN MEZOPOTAMYA



...Ben Mezopotamya, iki nehrin arası yani. Sümerin, Asurun ev sahibi yani. Ben bereket tanrısı, ben yazının merkeziyim. Ben aşk, inanç, bereket üçgeninde en doruktaki kültürüm. Ben Mezopotamya, Dicle ve Fırat’ın anası. Ben Mezopotamya insanlık serüveninde medeniyetlerin ana rahmi. Ben Mezopotamya, renk cümbüşlü, kilim motifli, türkü örüklü, inanç kubbeli sonsuz deniz...
ZİÇEV (Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı) bünyesinde Vakfın Ankara ve İzmir` deki okullarında eğitim gören ve kurum içinde kurulu ZİHİN ERGO SUM Fotoğraf Atölyeleri öğrencileri olan özel eğitime tabi genç ve çocukların; Mardin ve Urfa ili ve çevresinde 2010 yılı Nisan (26-30 Nisan 2010) ve Mayıs (18 – 23 Mayıs 2010) aylarında yaptıkları 5 er günlük fotoğraf çekim gezileri ile yaratıcılıklarının ortaya çıkarılması ve artırılmasının yanı sıra, sosyal dönüşüm ve kaynaştırmada kültürün 'birleştirici' gücünü kullanarak, 'katılımcılık ve paylaşımcılığı' hedefleyen, sivil toplumda, yaşam engellerinin kaldırılması için; kamu ve yerel yönetimlerle birlikte çözüm üreten, toplumsal birliktelik ve kaynaşmayı artırırken bilinçlendirmeyi de sağlayan, `öteki`nin farkındalığının, kültür ve sanat yoluyla ortaya çıkarılmasını ve yükselmesini, sanat etkinliklerine katılmalarına teşvik eden, aktif yaratıcı süreçlerde yer almalarını sağlayan ve hedefleyen bir projedir `Ben Mezopotamya`...

Günümüzde insanlık herkesi içine alan, herkese uygun bir toplum modelinden yoksundur. Dışlanan kesimlerden birisi olan engellileri toplumla bütünleştirecek yollardan birisi de fotoğraf diye düşündük. Bizler toplum, içinde yaşayan bu insanları, onların sorun ve gereksinimlerini, özelliklerini ne ölçüde dikkate almaktayız? Herkesin yapılan hizmetlerden, engellilerin de yararlanmasını sağlamaktan sorumlu olduğuna inanıyoruz. Bu sorumlukta bize düşeni üstlenmek istedik.

Engellilere yönelik ayrımcı uygulamaların dünü oldukça eskilere dayanmaktadır ve karşılaştıkları "engelin' temelinde, sahip olunan "özür" değil; özrün yarattığı farklılığı bahane eden toplumun, özürlüye karşı geliştirdiği 'engelleyici tutumlar" yatmaktadır. Engellilere yönelik ayrımcılığın önlenmesinde en etkili unsur ise, onları yaşamın içine sokmak, üretken kılmaktır. Alacakları eğitim ile bunu başarabileceklerine inandık.

Engelli bireylerin yeterli eğitim ve rehabilitasyon yoluyla nitelik kazanmaları ve kazandıkları bu nitelikleri üretken bir biçimde kendileri ve içinde bulundukları toplumun yararına sunmaları ayrımcı uygulamaları da büyük ölçüde sona erdirecektir. Ayrımcı degil bütünleştirici olalım istedik.

Engelli bireylerin önündeki en büyük engel, önyargıdır; önyargıyı aşmanın en etkili yolu da sosyal yaşamlarında gösterilecek başarıdır. Bir başka etmen de onlar hakkında oluşmuş olan son derece yanlış değer yargılarıdır. Toplum engelli bireyleri çoğunlukla "ellerinden hiç bir şey gelmeyen, korunmaya muhtaç, zavallılar" şeklinde algılar… Engellilere dair önyargı ve yanlış değer yargılarını yok edelim istedik. Farklı olmak "farklı muameleye tabi tutulmanın" haklı gerekçesi olamaz. Engelliler de herkes gibi, başka hiçbir sebeple değil; salt insan oldukları için onurlu bir yaşamı hak etmektedirler. Bunun için toplumsal yaşama tam katılımın önündeki her türlü engel kaldırılmalı ve eşitlik ilkesi gereğince yaşamın tüm alanlarında desteklenmelidirler.

Tüm bu gerçekler bu projeye başlama/ çıkış noktamızın ve gerçekleştirmek istediğimizin temelini oluşturmaktadır.

“Ben Mezopotamya” projemiz kapsamında çocuklarımız tarafından çekilen fotoğrafları 20-26 Eylül 2010 tarihleri arasında Ankara’da Milli Kütüphane sergi salonunda sergiliyoruz. Sergi açılışımız 20 Eylül 2010 saat 18.30. Tüm Ankaralıları sergimize bekliyoruz.
Faika Berat Pehlivan
faikaberatpehlivan@gmail.com

(Bu yazı 17 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

10 Eylül 2010 Cuma

TÜRKÇE ENGELİNİ AŞALIM: HEDEFSİZ OLALIM !


Oktay Sinanoğlu’nun Hedef Türkiye kitabını okuyorum büyük bir heyecanla. Türkiye’nin hedefsiz olmasının bütün karışıklıkların temel nedeni olduğunu söylüyor yazar. Amerika’nın aya gitme hedefini koymasıyla birlikte bilgisayar alanında ne kadar büyük gelişmeler kaydettiğini anlatıyor. Atatürk döneminden sonra ise Türkiye kendine bir hedef seçememiştir diyen yazar hedef de öneriyor. Ancak tüm bu hedeflerin önüne Amerika’nın nasıl setler çektiğini ve Türkçe ile nasıl “uğraşıldığını” anlatıyor.
TED ile 1950’li yıllarda başlayan İngilizce ile eğitim sürecinin ODTÜ, Bilkent ve Boğaziçi’nde nasıl yaygınlaştığını anlatan yazar İngilizce ile bir fizik kavramını anlamaya çalışan gencin ne kadar zorlanabileceğini de ekliyor. Şu anda anaokullarında bile İngilizce dersi olmasının aslında Amerika’nın kültür endüstrisi tarafından işlendiğini ve Türkçenin yok edilmeye çalışılarak Türk kimliğinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığını incelikleriyle anlatıyor.
Temel sorunumuzun eğitim olduğunu söyleyen yazar eğitimin en önemli amaçlarından birinin birey olarak her vatandaşın milletinin geçmişi ile geleceği arasında köprü olmak olduğunu belirtiyor. Ama bu geçmiş de Türkiye’de unutturulmaya çalışılıyor. Geçmiş unutturularak bireylerin ve milletin geleceğe yönelik hedef koyması da zorlaşıyor.
Türk gencinin İngilizce ile her konuyu öğrenmesi ve sonunda kendi kimliğinden uzaklaşması söz konusu oluyor. Bu uzaklaşma kendine güveni azaltırken aşağılanma duygusu yaratıyor. Aşağılanma duygusu sonucunda da “ben ne yapabilirim ki” sorusu doğuyor. Oktay Sinanoğlu bu aşağılanma duygusunu mutlaka ama mutlaka yenmemiz gerektiğini söylüyor.
ANAOKULUNDA İNGİLİZCE
Anaokulunda İngilizce öğretilmeye başlanmasıyla birlikte yaklaşık bir nesil sonra çocukların anne ve babalarıyla anlaşamayacağına da değinen Oktay Sinanoğlu, bunun aslında Türk dilinin ortadan kaldırılması anlamına geldiğini söylerken bu durumu ciddiye almalı ve tepki göstermeliyiz diyor. Sömürgeleşmenin bu şekilde olduğunu söyleyen yazarı desteklemek yetmiyor. Bu meselenin Türkiye için ölüm kalım süreci olduğunu anlamak ve anlatmak gerekiyor. Çocuklarımız İngilizce öğrenmesinler mi diyenler için yabancı dil öğrenmenin zevkli olduğunu ve insana kazandırdıkları olduğunu ancak bütün eğitimin İngilizce olmasının gençlerin düşünmesinin önünde büyük bir engel olduğunu ve bunun hangi amaca hizmet ettiğini anlamamız gerektiğini vurguluyor Oktay Sinanoğlu.
BİLİNÇ ZAMANI
Bizlere düşen görevler var. Ancak insan bunu tam anlamıyla benimseyince bu görevlerin ne olduğunu ve hedeflerine nasıl ulaşacağını düşünmeye başlıyor. Son günlerde Türkiye’de yaşanan olaylar kaynayan bir kazana işaret ediyordu. Aslında uzun zamandır bu böyleydi. Böyle gelmişti ancak böyle gidemez demeye başlamam bir hafta oldu. Türkiye üzerine oynanan oyunları gerek kitaplardan gerek internetten araştırmaya başladım. Lütfen bu araştırmayı siz de yapmaya çalışın. Neler olduğunu anlamaya çalışalım ve bu olanlar karşısında tepki gösterelim. Sesimizi çıkaralım. Belki benden çok daha önce böyle yapmaya başladınız. Benim sözüm henüz bu olayların farkında olmayan arkadaşlarım için. Çünkü ben yeni uyandım!

Fethullah Gülen’in Amerika ile ilişkileri ve Amerika’nın Türkiye’de gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları üzerine araştırma yapmanızı öneririm. Neden Türkiye ile uğraşılıyor? Neden gençler hedefsiz? Neden bu ülkede kimse tepkisini göstermiyor? İngilizce öğrenmemiz neden bu kadar gerekli? Düşünelim ve araştıralım.
Ben artık bu ülke için önemli bir şeyler yapmak istiyorum. Bu kararım geç alınmış bir karar olsa da bir yerden başlamak istiyorum. Uyutulmuşluğumun ve uyuşmuşluğumun üstesinden geleceğim. Atatürk’e söz veriyorum. Geç kalmadık. Bilinçli olmamız ve hedefler belirlememiz çok önemli.
Yasemin Şenyurt
yaseminsenyurt@gmail.com

(Bu yazı 10 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

3 Eylül 2010 Cuma

BEYAZ AT VE MAVİ AT

fotoğraf: Elif KOCA

Kapısını araladığım onca düş bahçesi, onca anılar tüneli ve zorluklarla çevrelenmiş yaralı hayatlar, “her şeye rağmen”lerin gölgesinde güneş yakan umut dolu bakışlar gözlerinde her birinin...

Bilmem bundan sonrasını anlatmaya yeter mi sözcüklerin gücü... Ben elimi uzattım sadece, uzattığım eli öylesine sıkı kavradılar ki, yüreğimi burada bıraktım ben... Neden bu büyüyü siz de yaşamayasınız?

Merve Yüksel

Bembeyaz bir at hayal edin. Bembeyaz atın kafasını ağaca vurduğunu gözünüzün önüne getirin. Kafası acır dediğinizi duyar gibiyim. Peki ama neden kafasını vuruyor ağaca dediğinizi de biliyorum. Kafasını ağaca vurmasının nedenini öğrenmek için şu an bulunduğunuz yerden farklı bir yere geçmeniz gerekir dersem beni anlayışla karşılayacaksınız. Farklı bir yere geçip oradan baktığınızda atın kafasını boş yere ağaca vurmadığını anlayacaksınız. At kafasını ağaca vurdukça ağacın dallarına sıkışan kuşlar gökyüzüne uçabilmektedir.

Gökyüzü yepyeni bir gelecektir.

Kuşlar “normal” insanlardır.

Beyaz at ; şizofreni hastalığını yaşayan bireydir.

Ağaç ise kendimizi yerleştirmeye çalıştığımız kalıplardır.

Beyaz at acı çeker ama o acısının gizli bir nedeni vardır. Beyaz ata hep olduğunuz yerden bakarsanız onun sadece acı çektiğini düşünürsünüz.

Farklı bir yerden bakmayı başardığınızda beyaz atın yapmak istediğini anlar ve onunla empati kurarsınız. Hangimiz beyaz at olabiliriz? Hangimiz kuşları düşünerek kendimizi yaralamayı göze alırız? Hangimiz ağacın köklü kurallarına kafa atma cesaretine sahibiz?

Mavi At:

Ankara’da şizofreni hastalığını yaşayan bireylerin ve yakınlarının çalıştığı duvarlarında öyküsü yazan ve tavanlarından aşağıya kitaplarla sarmalanan aynı zamanda da bavulların sandıkların içinde de kitap bulabileceğiniz, çay ve kahve içebileceğiniz, dertleşebileceğiniz, tartışabileceğiniz özel bir mekan.

Beyaz At’ı hayal etmenizi istemiştim yazımın başında. Mavi At’ı hayal edenler ve gerçeğe dönüşmesi için emek verenler, fedakarlık yapanlar ve canla başla çalışanlar sizin gelmenizi dört gözle bekliyorlar. Siz gelirseniz Mavi At başka şehirlerde de doğacak, büyüyecek. Bu aslında şizofreni hastalığını yaşayan bizleri yalnız bırakmadığınız anlamına gelecek. Mavi At’a gelmeniz aslında önyargılara beraber kafa atmamız anlamına gelecek.

Mavi At’a gelip bir bardak çay içmek zor değil. Mavi At’a gelip “Siz boşa kürek çekmiyorsunuz. Yaptıklarınız, başardıklarınız çok önemli ve sizlerin yanında olacağız” demek için vakit kaybetmeyin.

Mavi At’ın heyecanını yüreğimizde duyabilir ve bu konuda duyarlı olmayı başarabilirsek Türkiye’de şizofreni hastalığını yaşayan insanların içine su serpmiş olmakla kalmayacağız. Yirmili yaşlarında bu hastalıkla karşılaşan ve karşılaşabilecek tüm insanlara çalışma olanağıyla beraber üretkenliklerini ortaya koyabilmeleri için cesaret vermiş olacağız. Kendi içine çekilmiş ve odasından dışarı çıkmayan çoğu arkadaşım Mavi At’a gülerek geliyor; isteyerek ve severek çalışıyor. Dileğimiz Mavi At’ın yalnız kalmaması… Umudumuz Mavi At’ın başka şehirlerde de var olması!

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı: Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 31/8 Beşevler (0312 212 00 06)

Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği : Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 39/6 Beşevler (0 312 212 11 12)

Yasemin Şenyurt

yaseminsenyurt@gmail.com


(Bu yazı 03 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

27 Ağustos 2010 Cuma

ENGELLERİ YARATAN ZİHNİYET

fotoğraf: Nuran KANSU

Engel dediğimiz şey bizim algılarımız nedeniyle vardır. Biz onu engel olarak algılamaktan vazgeçersek artık engel olmaktan çıkar. Boyumuz erişmediği için dolaba uzanamadığımızı düşünelim. Peki, bunu engel olarak görüyor muyuz? Hayır. Bir tabureye çıkıp istediğimiz nesneye kolayca ulaşıyoruz. İşte toplumumuzda engelli bireylerin yaşadığı aynen budur. Gereken şey sadece bir tabure olduğu halde biz, ayrımcı bakış açımızla, “engelli“ ismini verdiğimiz bir grup yaratıp, onları dışlamayı ve soyutlamayı seçiyoruz.
Yaşam ve çalışma alanlarını engelleri ortadan kaldıracak şekilde tasarlamak ve inşa etmek mümkün değil mi? Elbette mümkün. Bunun için öncelikle ayrımcı ve tek tipçi zihniyetin sorgulanması gerekiyor. Ülkemizde ne yazık ki farklı olan, farklı düşünen ya da farklı hareket edenler sık sık ayrımcılığa uğramaktadır. Peki neden? Nasıl bir zihniyet kendine benzemeyeni reddeder, yok sayar?
Kaçımız bugüne kadar engellilerin haklarını ve bu hakların ne kadarının imkan sunulmaması nedeniyle gasp edildiğini düşündük? Bir ülkede tüm çocukların eğitim alma hakkı varken, tekerlekli sandalyede olduğu için, görme ya da işitme engelli olduğu için bir çocuğa “bu okulda okuyamazsın” demek eğitim hakkının gaspıdır. Bir işe başvuran engelliye engelli olduğu için, önyargıyla “sen bu işi yapamazsın” demek, hakkını gasp etmektir.
Toplumun azınlığının değil çoğunluğunun engelli olduğunu düşünelim bir an için. O zaman bambaşka bir toplumda yaşıyor olurduk. Tüm yaşam ve çalışma alanları engellilere uygun olarak düzenlenirdi.
Toplumun tüm bireylerinin her türlü sosyal imkandan (eğitim, ulaşım, yasalar karşısında -icraata yansıyan- eşitlik) eşit olarak faydalanmasını sağlayabilen ve bu uğurda çaba gösteren toplumlara gelişmiş diyebiliriz.
Bilim ve teknolojide bu kadar ilerlemiş olan insanlığın haklar ve özgürlükler konusunda, barış içinde birlikte yaşama konusunda bu kadar geri olması beni şaşırtıyor. İnsanlık olarak nasıl nesiller yetiştiriyoruz ki her yerde ayrımcılık, her yerde savaş, her yerde kavga. İnsanın güç sahibi, mülkiyet ve egemen olma hırsına bu derece tutsak olması, başkalaştırıcılığı, başka olanı değersiz ve düşman görmesi insanlık tarihine baktığımızda yüzyıllardır süregelen bir durum. Bu bir ütopya özlemi değil. Böyle bir dünyaya inananlar bu yolda bir adım atmalılar. Herkesin bu konuda yapabileceği bir şeyler olduğuna gönülden inanıyorum. İşe kendi sosyal çevremiz ile başlayabiliriz. Haklar ve eşitlik konusunda bilinçli olanlar sormaya ve talep etmeye başladıklarında zincirleme bir etki yaratacaklardır. Bu bizim kendimize ve gelecek nesillere olan borcumuzdur. Borcunu henüz ödeyememiş insanların hissettiği vicdan huzursuzluğunu hissedip, emek vermek, inanmak ve mücadele etmek, birlik olmak gerekiyor.
O kadar kanıksadık ki her şeyi, trafik kazalarını, haksızlıkları, ölümleri. En kötüsü de bu. Hayata seyirci kalmaya bayılıyoruz. Kolay çünkü. Düşünmeyi gerektirmiyor, eylem gerektirmiyor. Dizi film izler gibi izliyoruz hayatı. Bizim dışımızda kalan hayatları seyretmekle yetiniyoruz. Bizim evimiz var, bizim arabamız var, bizi seven insanlar var, mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz işte, gerisi bizi ilgilendirmez. Peki, bunun için mi yaşıyoruz? Ayrımcılık görenler, ezilenler, dışlananlar, haksızlığa uğrayanlar? Bizi ilgilendirmez. Gereken yerde tepkimizi dile getiriyoruz, ama tepki eylem değil.
Kelebek etkisi yaratmaya ne dersiniz?

BİLGE YİĞİT
bilge.yigit@gmail.com

(Bu yazı 27 Ağustos 2010 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

21 Ağustos 2010 Cumartesi

ŞİZOFRENİ HASTASININ KENDİNE MEKTUBU


üşüyorum /beynim ne dersin? /iç üşümesi bu /beynim ne dersin? /ne ile ısınabilirim /ne ile örtebilirim ruhumu? /şiir yazıyorum/ uyaksız /uygunsuz /uykusuz /beynim ne dersin? /kıvrımlarında özgürlük /aşk /hayat var /sınırsızsın! /çarpıntısını duyuyorum yaşamın /beynim ne dersin? /sana karışmıyorum /ama sen sınırsız beynimsin

farklı düşüncelerin derin içeriklerine aşık /beynim bu sabah da uyandım /ne dersin
ürperti duyuyorum /ne dersin? / sen tüm varlığımın kilitlendiği NOKTA-NOTA/kurutulmuş çiçekler gibi durma/asisin/aşksın/aykırısın /anlamımsın/beynim

bunca akıl oyunu içinde /kaybolmuyor/çoğalıyor/yoğunlaşıyorsun/akıyorsun/çağlıyorsun/çarpıyorsun yaşama
sana övgü düzmek benim ne haddime?sana olan itaatim bile sınırlı/çünkü sen öğrettin/en bilgeye
/en yetkine/en güçlüye bile itaatin sınırlı olsun!

sınırlı olsun ki itaatin /sınırsız olasın!/boynunu bükme/beynim/mütevazi olma/hayatı algılıyor/kavrıyor/değiştiriyorsun/ilaçlar alıyorsun/doğru düşünmek için/biliyorsun: doğru düşünmek/bazen sınırsız düşünmenin önünde engeldir!
/sana fikrini soruyorum/ karanlığın içinde /kıvılcımlar yakalayan /ateşle oynanmaz der misin /ateşin içinde ruhum /üşüyorum /bu çelişki mi dersin/ beynim sen çelişkiden çatışmadan /çarpışmadan korkmayan /çarpıyorum yaşama /dalgalar gibi /köpük köpük şiir yazıyorum /uçurumlar armağan ediyorum sana /derin /keskin /yoğun anlar armağan ediyorum /değerini bilirsin!

gösterişsiz beynim/ göster artık kendini /duyur sesini /ne dersin? yolculuğumuz /sınırsız anlayış değilse niçin?
kurutulmuş çiçekler gibi durma/asisin/aşksın/aykırısın /anlamımsın beynim
akıyorsun/çağlıyorsun /çarpıyorsun yaşama/ sana övgü düzmek benim ne haddime?
boynunu bükme /beynim mütevazi olma

Bir gün herkesin yüzünde maskeler vardı/Arkalarında maskelerin/sevdiğin insan/Beynim buydu işte yaşamımı dönüştüren an/Sevgi yaşamsaldır/ Maskeler sayesinde/ Hissettin yaşamsal olan sevgiyi/Soluk aldın /Eh tabi/Bu biraz aykırı nefesti!/ Gerçeğe dönmek gerekliydi/ Gerçeğe döndüğünde de arayışın bitmedi /Akıl oyunu/ Şizofreni derken/ İlaçlar girdi içeri/ Aldın onları/Benimsedin/Kattın içine/Ama bildin değişmeyi de/ Değiştirmeyi de
Şairler okudun/Filozoflardan etkilendin/Yaşamsal olanı arayışın sürdü/Süreğendi öyleyse/Alışman gerekliydi /Aykırı nefeslere /Bak şimdi/ Bu yüzü görüyorsun/Bu yüzün ardında başka yüz yok/ Sen yüzlerin ardında /Başka bir yüz görebilecek denli
Aykırı nefessin
İşte bunun içindir ki beynim şaşırtansın/Bana bile itaat etme demenin anlamı var/Kendim diye bir şey varsa o sadece sen değilsin/Beynim ne dersin?/Senin için uçtu gitti deseler geri döneceğini en iyi ben bilirim/Ben kimim?/Beynim ne dersin?/Bak şimdi/Televizyondaki adam konuşuyor/Ne senin hakkında/Ne seninle ilgili/Ama geçmişte/O adam senin hakında konuştu zannettin/ Amaca hizmet etti tüm bunlar yaşamında
Rastlantı kaosunda yitip gitmeyen beynim/Sen gerçekleri görebilecek ve değiştirebilecek kadar zenginsin!
Beynim/Üşüştükçe düşünceler yaşamına/Ürperdikçe sen/Kelimelere sarıldın/Kuran/Kurcalayan/Kurgulayan düşünceler geldikçe aklına /Sen onlardan bahçe yaptın/Yerleştin içine/O bahçede yetişti /Nice şiir /Nice öykü
Kıvrımlarında devrim var senin

Yasemin Şenyurt
yaseminsenyurt@gmail.com

(Bu yazı 20 Ağustos 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

13 Ağustos 2010 Cuma

Engelli, spor ve sosyal yaşam…




Spor, tüm sağlıklı insanlarda olduğu gibi engelli kişiler için de bir ihtiyaçtır. Kişinin sağlığı, fiziksel gücü, dayanıklılığı, sosyal entegrasyonu ve psikolojik rahatlığı ve iyileşmesi spor ile sağlanabilir ve arttırılabilir.
Sporun, sağlıklı insanlar ile birlikte, engelli insanlar için de ne kadar yararlı ve ihtiyaç olduğunu anlamak güç değildir. Esasında insanları sağlıklı ve engelli olarak sınıflamanın da doğru bir yaklaşım olmadığını belirtmek isterim. Ancak, bir ayrımı ortaya koymak için sağlıklı ve engelli ifadelerini üzülerek kullanmak zorundayım.
Engelli insanların, sağlıklı bir insan gibi her türlü sporu yapmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir. İşte bu nedenledir ki, tüm dünyada bazı özel spor aktiviteleri normal sporları yapamayacak engelli insanlar için geliştirilmiştir.
Eğer insanların engel durumları göz önünde bulundurularak doktor gözetiminde yeterli önlem alınır ve uygun önerilerde bulunulursa, engelliler de normal insanların katıldığı spor aktivitelerine katılabilirler.
Esasında, engellilerin küçük yaştan itibaren Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri’nde almış oldukları eğitim ve tedavi yöntemi de bir nevi spor üzerine kuruludur. Gelişmeleri rehabilitasyon ile mümkün olmaktadır. Ancak, belli bir yaş üzerindeki engellilerin, bazı nedenlerle söz konusu merkezlere alınmamaları veya kendilerinin gitmekten vazgeçmesi nedeniyle tedavi ve rehabilitasyonları sekteye uğramaktadır.
Türkiye’de bilinen bir gerçek vardır ki, aileler engelli bireylerini toplumdan kaçırırlar. Sokağa çıkarmazlar. Çünkü meraklı bakışlar, ardı arkası kesilmeyen “Neden oldu? Nasıl oldu? Zekasında bir şey var mı?” şeklindeki sorular, aileleri bezdirir. Öyle bir noktaya gelinir ki, engelli bir aile bireyleri olduğu için utanırlar. Utanması gereken başkaları iken, utanmaması gerekenler utanırlar. Sonunda çareyi kaçmakta, engelli bireylerini toplumdan kaçırmakta, toplumdan izole etmekte bulurlar. Engelli kişi işte böyle bir ortamda elinde olmadan kendini toplumdan soyutlar.
İşte bu noktada spor, engelli insanlar için sosyal ilişkiler kurması ve oluşmasını sağlama yönünde devreye girmektedir. Ancak, hangi engelli, hangi sporu yapar? Nerede yapar? Nasıl yapar? Bütün bunlar birer soru işaretidir!..
Sağlıklı insanların dahi spora başlamadan önce bir doktordan sağlık raporu aldığını düşünecek olursak, engellilerin çok özel bir sağlık kontrolünden geçerek, bir spor faaliyetinde yer alabilmelerinin önemi ortaya çıkmaktadır.
% 91 engeli bulunan biri olarak biliyorum ki, şu andaki konumuma gelmemin başlıca nedeni spordur. Belki spor olarak değil, tedavi amaçlı olarak yapılmış olabilir ama neticede yaptıklarımın hepsinin spor olduğunu hatırlıyorum. Fizyoterapistler, sağa döndürdüler, sola döndürdüler, diz üstü kaldırdılar, merdiven çıkardılar, ayaklarımı karnıma çektirdiler, bir şekilde beni ayağa kaldırdılar. Neticede baktığımda yaptıklarımın hepsi spordu.
Yaz aylarında denize girdim, yüzdüm ve çok faydasını gördüm. Arkadaşlarımla top oynadım. Top oynadım derken, sandalyede oturarak kalede durdum, gelen topa ayağımla vurmaya çalıştım, elimle uzaklaştırmaya çalıştım. Ama bildiğim bir şey var ki yaptığım spordu ve arkadaşlarımla birlikteydim.
Sonuç olarak; spor yaptım, kuvvetlendim, utanmadım toplumun içine girdim, toplumla kaynaştım-bütünleştim, bir gazetede spor dalında köşe yazısı yazıyorum, üniversiteyi bitirdim ve aranızdayım…

BARIŞCAN İĞREK
barcan88@hotmail.com

(Bu yazı 13 Ağustos 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

BEN ALARA


“Yürüyemeyen Sadece Ayaklarım. Beynim Koşuyor...”

Onu tanıdığımda 9 yaşındaydı. 3 yıl önce. Engelsiz yaşam konusunda bir fotoğraf sergimizi açmak üzere Aydın’a gitmiştik. Sergiden bir gün önce Alara ve ailesi bizi konuk ettiler. Akşam yemeğinde Alara ile tanıştık. O zamana kadar hakkında bildiğim tek şey Cerebral Palsi’li (CP) olduğuydu. Bir de ara sıra annesi aracılığı ile e-postama gönderilen kendi yazdığı kısa öyküleri…

Ben dâhil, benim tanıdığım engellilerin büyük çoğunluğu, özellikle çocukluk dönemlerinde, bir topluluk içine girdiklerinde girişken değillerdir. Çünkü her şekilde engellenmişlerdir. Sokağa çıkamazlar, çıktıklarında başka çocuklar ya da yetişkinler tarafından dışlanmışlardır. Okula gidememişlerdir, gidebildiklerinde merdivenler, sıralar, tuvaletler ile ilgili sorunlar yaşamışlardır. Onlara uygun olmayan fiziki ve sosyal koşullara uyum sağlayamamalarının bedelini, bu koşulları yaratanlar değil onlar ödemiştir. Özgüvenlerini eksilte eksilte büyür engelli çocuklar. Ama engellendikçe yaşam kavgasındaki güçlerini büyütürler. Pek çok engelli için yaşam, ayrımcılığa karşı mücadelenin bir ömürlük hikayesidir.

Alara ile karşılaştığımda beni ilk şaşırtan ve etkileyen kimsede kolay kolay rastlanmayacak bitmez tükenmez özgüveniydi. Yürümekte ve oturmakta büyük güçlük çekiyordu ama nereye oturmak istediğine o karar verdi. Söylediklerini anlamakta güçlük çekiyordum, ama masada konuşulan konuların tamamını o yönlendirdi. Çoğunlukla onu en iyi anlayan ailesi tarafından söyledikleri tercüme ediliyordu. Her konuda bir fikri vardı. Yaşamla ilgili sorunları daha çocuk yaşta düşünmüş, tespit etmiş ve biz yetişkinlerin asla düşünemeyeceği çözüm yollarını da üretmişti. “Yapamam” Alara’nın sözlüğünde yoktu, “yapamazsın”ları takmıyordu.

Bu nasıl olabilirdi? Alara konuştukça “nasıl?”ını anlıyordum. Anne ve babası Alara için engelsiz bir yaşam sağlamaya daha CP teşhisi konduğu anda karar vermişler. 2 yaşında hem fizik hem de konuşma terapisti gelmeye başlamış evlerine. Onu koruma altına almaya kalkmamışlar, toplumdan soyutlamamışlar, onu korumak adına toplumla arasına kalkan olmamışlar, Alara’nın özgür bir birey olarak toplumun bir parçası olması için aracı ve destek olmuşlar. Alara yaşıtları gibi kreşe gitmiş. Diğer çocuklarla birlikte ilkokula başlamış. Kardeşi Sarp da Alara’ya destek olmak konusunda anne baba kadar başarılı. Ailesi kadar çevresi konusunda da şanslı Alara. Kimse Alara’ya sen bu okula gidemezsin dememiş, ellerini kullanamadığı halde öğretmeni onu diğer çocuklardan ayrı tutmamış, onlar gibi koşup oynamadığı halde arkadaşları onu dışlamamışlar. Alara onlarla her ortama her faaliyete katılmış. Öğretmenleri ve arkadaşları bunun için gerekli koşulları sağlamışlar. Bunun adına özveri dememişler, paylaşım demişler. Çünkü Alara ile paylaştıkları her şey onları da mutlu etmiş. Alara okul balosuna “bobi” ismini verdiği tekerlekli sandalyesini kendi gibi süsleyerek gitmiş, yürümekte zorlanmasını bahane etmemiş ve babası ile ayakta dans etmiş.

Bu yıl Ben Alara isimli öykü kitabı yayımlandı. Öykü yazmaya daha 5 yaşında, okuma yazma öğrenmeden önce başlamış. Annesine öykü yazmak istediğini söylemiş ve o söylemiş annesi yazmış. Kitabının başında “Yürüyemeyen Sadece Ayaklarım. Beynim Koşuyor...” yazıyor. Kitabı okuyanlar eğer hala, Alara’nın koşamadığını, uçmak isteyip uçamadığını, bir kedi olmak isteyip olunamayacağını, tekerlekli sandalyenin bir dosta dönüşemeyeceğini düşünürlerse, o zaman onlara soracağım: Sahi kim engelli; zengin düşleri ile Alara mı, düşlere inanmayanlar mı?...

Kitabı okurken fark ettim ki; büyüdükçe ne çok eksilmişiz, ne çok… Kitabı ile yaşama dair unuttuklarımızı, geçmişin tozlu yollarında bıraktıklarımızı hatırlatan Alara’ya teşekkürlerimle…

ŞULE TÜZÜL

sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 06 Ağustos 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

30 Temmuz 2010 Cuma

ENGELSİZ YAŞAM EĞİTİMLE BAŞLAR


fotoğraflar: Nuran KANSU

Kızım Duygu, Ankara’da görme engelliler okulunda, iki yıl okulöncesi olmak üzere, toplam yedi yıl eğitim görmüş, altıncı sınıfa geçmişti. Sınıf arkadaşlarından geriydi ve birlikte çabalamamıza rağmen derslerinde yeterli başarıyı gösteremiyordu. Bunun yanı sıra günlük yaşam içinde yaşadığı olumsuz davranışlara karşı kendini savunamaması; duygu ve düşüncelerini ifade edememesi; her geçen gün biraz daha içine kapanması gibi sosyal problemleri de vardı. Özgüven duygusunun giderek azaldığını gözlemleyebiliyorduk. Çözüm aramaya başladık.
İki yıl önce Mersin’de görme engelli çocukların kaynaştırma eğitimi gördükleri okulu araştırıp bulmuştuk. Okul idaresinden bize güven veren bilgiler edinmemize rağmen çocuğumuzun bu durumdan olumsuz etkilenebileceği korkusuyla başlamadan geri dönmüştük. İki yıl sonra tekrar Mersin’e geldiğimizde, bu defa biz değil kızımız karar verecekti. Korkularımızın üzerine gitmeye kararlıydık.
Okulun başladığı ilk gün kızımızı sınıfına bırakıp okulun bahçesinde zilin çalmasını beklemeye başladık. Kendimi çok çaresiz hissediyordum. Derken zil çaldı, kızım arkadaşlarının yardımıyla yanımıza geldi. Ondan “evimize dönelim” demesini beklerken o bize bu okulda kalma konusunda ne kadar kararlı olduğunu anlattı. Ertesi gün Duygu’nun yeni arkadaşlarıyla tanıştık, görüştük, onların da fikrini aldık, nihayetinde eğitimine bu okulda devam etmesine hep birlikte karar verdik.
Kızımız örselenmeden, kırılmadan yabancısı olduğu bu yeni ortamda başarıyı yakalayabilecek miydi? Okuldaki ve yaşamdaki başarı ancak normal bir sosyalleşme süreciyle birlikte oluşabilirdi. Kızımın ne kadar çok insanla iletişim kurarsa o kadar kendini geliştirebileceğini, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı ancak böyle ayırt edebileceğini, olası olumsuz durumların bile kızıma daha fazla yaşam tecrübesi katarak, onu güçlendireceğini biliyordum. Yine de kızım için endişelenmeden de edemiyordum. Ama yaşam zaten bu değil miydi? Engelli olsun ya da olmasın herkesten daha güçlü ve daha zayıf insanlar yok muydu? Zarar görme, zarara uğrama riski her zaman, her yerde ve herkes için vardı. Bu düşünceyle kendimi yeniden ikna etmeyi başardım.
Yeni okulumuza başladıktan sonra bizim ‘başarı’ tanımımız ile mevcut eğitim sistemimizin başarıdan ne anladığı arasındaki çelişki yüzünden kısa süreli iletişim sorunları da yaşadık. Ama okul idaresine ve kızımın öğretmenlerine beklentilerimizi anlatabildik. Duygu, derse etkin olarak katılamasa bile, sınıftaki diğer çocukların kendi aralarında ve öğretmenleriyle aralarındaki iletişimden, paylaşımdan olumlu yönde etkilenecekti. Onlara, elbette kızımızın toplumda statü ve ekonomik refah sağlayan bir meslek edinmesini istediğimizi; ancak her öğrencinin yüksek puanlar alarak mühendis, doktor olmasının mümkün olmadığını; çocuğumuzun potansiyeli, ilgi ve yetenekleri oranında toplumda bir yer edinmesini istediğimizi; toplumdaki tüm mesleklerin gerekli ve saygıdeğer olduğunu; kızımızın ilerde hangi puanları alıp, hangi mesleği edineceğinin bizim için önemli olmadığını; sadece kendisiyle barışık, iyi ve mutlu bir insan olmasını istediğimizi söyledim. Süreç içerisinde öğretmenlerin kızıma yaklaşımları son derece olumlu oldu.
Birinci dönemin sonunda, öğretmenleri kızımın ne kadar çabaladığını gördüler, artılarını-eksilerini çok iyi değerlendirerek yarıyıl tatilinde onu cesaretlendirecek ve kendine güven duymasını sağlayacak bir teşekkür belgesiyle ödüllendirdiler.
Duygu artık okula isteyerek gidiyor. Özel Eğitim Öğretmeni Hülya Keçeli ile Mersin Adnan Özçelik İlköğretim Okulu idareci, öğretmen ve öğrencilerine kızımın yaşamdaki ‘başarı’sına katkıda bulundukları için teşekkür ediyorum.

Suna Ezen
sunaezen@windowslive.com

(Bu yazı 30 Temmuz 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

ENGELLİ ÖĞRENCİ HAREKETİ



Başka ülkelere bakınca, engelli hakları yönünden bizlerden çok daha ileride olduklarını görüyoruz. Amerika’da engellilerin eşitliğiyle ilgili yasalar 1960’lı yılların sonlarına doğru çıkarılmaya başlanmış. Örneğin Amerika’da kamuya ait binaların erişilebilir olmasıyla ilgili yasa 1968’de çıkarılmış. Bu yasanın çıkışına engelli hareketleri neden olmuş; engelliler bir araya gelmiş, talep etmiş ve haklarını elde etmişler. Bizim ülkemizde ise süreç genelde biraz daha farklı işliyor. Yasalar, Avrupa Birliği’ne uyum süreci için çıkartılıyor. Engelli bireyler, karar mekanizmalarına dahil edilmiyor. Genelde engelli örgütleri birlikte çalışmıyor. Sonuç olarak da zaten tam anlamıyla talep edilmemiş, bazı dayatmalar sonucu ortaya çıkmış, ihtiyaçlara yeterince cevap veremeyen uygulamalar, yönetmelikler, yasalar ortaya çıkıyor.

Ülkemizde yüksek öğrenim gören engelli öğrenciler ile ilgili ilk çalışmalar, “Özürlüler Kanunu” kapsamında, 2005 yılında, Yüksek Öğrenim Kurumu tarafından yayınlanan “Yükseköğretim Kurumları Özürlü Öğrenciler Yönetmeliği” ile başlamıştır. Bu çalışmalardaki sorunları ve eksikleri fark eden engelli öğrenciler, Engelli Öğrenci Platformu (EÖP) adı altında bir araya gelerek bildiriler hazırlamış, eylemler düzenlemiştir. Daha önceleri, sunulan hizmetin alıcıları gibi görünen engelli öğrenciler, kendilerini ilgilendiren karar alma mekanizmalarında etkin biçimde yer almak istediklerini ifade etmiş, kendi hakları için mücadele etmeye başlamışlardır.

Engelli Öğrenci Platformu’nun temeli, 2009 yılında, TIU (Engelsiz Üniversite) projesi sonrasında atılmıştır. Bu projede, Türkiye’deki üniversitelerde öğrenimine devam eden engelli öğrencilere eğitim hayatlarında daha uygun koşullar sağlamak ve onları öğrenci hakları konusunda bilgilendirmek amaçlanmış, projeye katılan öğrenciler Şubat 2010’da Engelli Öğrenci Platformu’nu oluşturmuştur.

Bu oluşumda 4. Engelsiz Üniversiteler Çalıştay’ı adeta bir katalizör rolü oynamıştır. Bu çalıştayda, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde çalışan engelli öğrenci birim sorumluları, akademisyenler ve çeşitli idari birim yöneticileri bir araya gelerek, yüksek öğrenimde engelli öğrencilerin yaşadığı sorunların çözüm yollarıyla ilgili bir çalışma gerçekleşmiştir.

İşte tam da bu aşamada bizler, engelli üniversite öğrencileri, konunun birinci muhatabı olarak kendimizi ifade edebilmek, sorunlarımızı ve dahası çözüm önerilerimizi ortaya koyabilmek amacıyla bir bildiri hazırladık. Bildiriye www.engelliogrenciplatformu.com adresinden ulaşabilirsiniz. Bildirimizi Çalıştay’da sunabilme ve anlatabilme fırsatı bulduk. Şu anda bildirimiz pek çok engelli öğrenci biriminde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Etkinliklerimiz ÖSYM’nin sınavlarda yaptığı yanlış, eşitsiz uygulamaları anlatan ve çözüm önerileri sunan bir bildirinin daha hazırlanmasıyla devam etti. Bu bildirimizi duyurabilmek için 11.06.2010 tarihinde Ankara’da ÖSYM’nin önünde bir basın açıklaması ve eylem yaptık. Eylemin sonunda dilekçelerle ÖSYM’ye başvurduk ve bildirimizi kendilerine sunduk. ÖSYM’den bu dilekçelere verecekleri cevabı bekliyoruz.

Yüksek öğrenimde engelli öğrencilerin yaşadığı sorunların çözümünde aktif rol almayı amaçlayan çalışmalarımızda, aşağıdaki 5 ilkeyi temel alıyoruz:
- Karar mekanizmalarına dahil edilme,
- Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik,
- İzolasyonla mücadele ve entegrasyon,
- Erişilebilirlik ve engelsiz üniversite,
- Bireysel farklılıklara saygı.

Engelsiz üniversteye doğru yolumuza devam edeceğiz.

Deniz Aydemir
eylemsiz@gmail.com

(Bu yazı 23 Temmuz 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

16 Temmuz 2010 Cuma

HAYIR DİYEBİLME ÖZGÜRLÜĞÜ

f: Murat ŞEN

Çocukluk dönemi, insanın birey olarak inşaasında temel basamaktır. Bu durumda toplumun, çocuğun ruh ve beden sağlığını koruma ve ona nitelikli bir eğitim verme sorumluluğu ortaya çıkmaktadır. İhmal ve istismar durumlarının çocukluk dönemlerinde sık görüldüğü düşünülürse, bu dönemlerde aileye ve çocuğa verilecek eğitimin kalitesi çocuklarımızın güven içerisinde gelişmesini ve büyümesini sağlayacaktır.

Fiziksel, duygusal, cinsel ve ihmal şeklinde ortaya çıkan istismarın sebeplerinin olumsuz aile yaşantısı, yanlış anne-baba tutumları gibi etkenler olduğu dikkat çekmektedir. Dolayısıyla ailelere çocuklarını yetiştirmeye yönelik anne-baba eğitimi verilmesi önem taşımaktadır. Bu eğitimlerde aileye, çocuğun gelişiminin her alanının birbirini etkilediği; bedensel sağlık, fiziksel ve zihinsel gelişme kadar duyguların, düşüncelerin ve cinsel kimliğin gelişmesine önem verilmesi gerektiği vurgulanmalıdır. Özellikle pek çok toplumda bir tabu olan cinsel eğitim konusunda, gerek eğitimciler, gerekse anne-babalar, çocuğa karşı nasıl bir yaklaşım içinde olacaklarını bilememektedirler. Sağlıklı bir cinsel eğitimin, çocukta kişilik gelişimini olumlu yönde etkileyeceği ve benlik saygısını arttırma yönünde etkileri olduğu bilinmektedir. Bu nedenle aile ve eğitimcilerin farkında olmadan da olsa bu konuda yapacağı hatalar, çocukta onarılması güç duygusal problemlere veya davranış bozukluklarına yol açabilir.

Dünyanın her yerinde tüm çocuklar ihmal ve istismar riski altındadır. Anne-babalar ve eğitimciler çocukların güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Bu sebeple; anne-babalar ve eğitimcilerle birlikte çocukların da kendileri için tehlikeli olabilecek durumların farkına varması ve nasıl hareket edeceklerini bilmesi gereklidir.

Çocukların yaş ve gelişim özelliklerine uygun yöntem ve teknikler kullanılarak, kendilerini tanımaya ve korumaya yönelik etkinliklerin yer aldığı eğitim programları hazırlanmalıdır. Bu programlarda çocuklara; karşılaşabilecekleri tehlikelerin neler olduğu, kendilerini bunlara karşı nasıl koruyacakları, nasıl hayır diyecekleri, güvenli dokunuş (örneğin doktor muayenesi gibi gerekli durumlarda ve sadece güvenilir kişiler tarafından) ile kötü dokunuş arasındaki farkı nasıl ayırt edecekleri, bedenlerinin kendilerine ait ve özel olduğu, istemediği sürece kimsenin kendisine dokunamayacağı ya da öpemeyeceği, yabancılarla iletişim kurarken dikkat etmesi gerekenler, duygularının farkındalığı, yaşamları hakkında karar alma hakları olduğu, önemli ve özel oldukları öğretilmelidir.

Yetişkinler, önyargılardan ve basmakalıp düşüncelerden arınarak çocuklardaki yaratıcı içsel gücün farkına varabilmeli ve çocuğun bir birey olma sürecinde onu anlayarak destekleyici bir tutum içinde olmalıdır. Ancak bu şekilde bağımsız bir kişilik geliştiren, duygularını tanıyan ve ifade edebilen, kendine karşı olumlu duygular besleyen, tehlikelerin farkında olan ve bu tehlikelerle ya da sorunlarla başa çıkmada çözümler üretebilen bireyler yetişmesi mümkün olacaktır.

F. Sema Yalçın

Çocuk Gelişimi ve Eğitimcisi

fsemayalcin@hotmail.com


(Bu yazı 16 Temmuz 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

9 Temmuz 2010 Cuma

KAVAKLIDERE’NİN ENGELLERİ

f: Şennur DEMİRER

f: Nuran KANSU

Daha güzel bir dünya düşünü, yaşadığımız sokaktan, mahalleden ya da kentten başlatmayı amaçlayan Kavaklıderem Derneği, kurulduğu günden beri bu amaca yönelik etkinlikler düzenliyor. “24 Saat Kavaklıderem” fotoğraf çalışması, son 4 yıldır düzenlenen bir etkinlik. Herkesin katılımına açık olan bu etkinlik kapsamında, bir konu başlığı altında ve belirlenen bir gün boyunca Kavaklıdere sınırları içerisinde fotoğraflar çekiliyor, daha sonra bir sergi yapılıyor.
Bu yıl düzenlenen etkinliğin konusu: ENGEL(SİZ). Kavaklıderem Derneği ve AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) işbirliği ile “Herkes için Engelsiz Yaşam” diyen fotoğraf severler, 12 Haziran Cumartesi günü 24 saat boyunca Kavaklıdere semtindeki engelllerin fotoğraflarını çektiler.
Bir grup engelli ve engeli olmayan arkadaşla birlikte biz de bu çekime katıldık. Tahmin edeceğiniz gibi, sokaklarda engel bulmak konusunda hiç sıkıntı çekmedik. Çağdaş bir ülkenin başkentine yakışmayacak öyle çok manzara ile karşılaştık ki. Neredeyse kaldırımların büyük bölümü bozuktu. Tekerlekli sandalyeyi bırakın, engeli olmayan birçok insan için de engellerle dolu sokaklar. Attığımız her adımda karşımıza ya çukurlar çıktı, ya bozulmuş zeminler ve tümsekler, ya da kaldırımın ortasına konduruluvermiş direkler. Pek çok kaldırıma gerekli yerlerde rapma konmuştu ama bu rampalardan kolaysa bir tekerlekli sandalye ile geçin bakalım. Çoğu rampanın önüne yağmur sularının geçişi için oyuklar yapılmıştı, bir kısmı kırık döküktü, hele bir rampa vardı ki görmeye değer; tam önüne logar kapağı konmuştu. Ama bizi en çok şaşırtan rampaların önüne arabalarını parketmiş sürücüler oldu.
Karum’un önünden başladığımız yürüyüş boyunca çeşitli yerlerde engelli araç park yerleri vardı ama buralara engelli araçları değil, başka araçlar park etmişti. Bir kişiyi aracını parkederken yakalayınca ikaz ettik, aldığımız cevap şu oldu: “Ya abla 10 dakika şuraya sakal traşı olup gelicem, idare ediver.”
Kuğulu parkın yanında mola verdiğimiz kafe girişine de rampa yapılmıştı, ama o kadar dikti ki tekerlekli sandalyedeki arkadaşlar yardımla bile o rampadan inmeye çekindiler, merdivenlerden indirilmeyi daha güvenli buldular.
D&R’ın önünden Kuğulu Park’a karşıdan karşıya geçmeyi denedik. Tam bir maceraydı. Ama başardık.
Bankaların para çekme makinelerinden (ATM)yardımsız para çekmeye çalıştık, imkansızdı.
Sonra bir otobüse binme denemesi yaptık. Bir tekerlekli sandalye kullanıcısının kucaklanmadan bir otobüse binmesi münkün mü sizce?
Kaldırım kenarlarındaki mantarlar arabaların kaldırımlara park etmesini engellerken, özellikle görme engellilerin de bu kaldırımlarda yürümesini engelliyor, bunu biliyor muydunuz?
Gerekli gereksiz çaldığınız kornalar, bir CP’li ya da bir ortistik için bir işkence olabilir, bunu biliyor muydunuz? Engeli olmayan insanlar için de sinir bozucu bir durum değil mi bu zaten?
Tüm bu maceraları yaşarken güzel şeyler de oldu elbette. Aslında mesele engelliler ve engeli olmayanlar, biz ve siz değildik. Biz sokakta bunları yaşarken, pek çok insan bizi izledi, bize hak verdi, kimi bilmediğini öğrendiğini söyledi, kimi zaten bildiğini ve bundan sonra daha çok insanı ikaz edeceğini. Biz 24 Saat Kavaklıderem etkinliğine engelleri fotoğraflamak-belgelemek için yola çıkmıştık ama farkına varmadan sokakta uygulamalı bir bilinçlendirme eğitimi vermiş olduk, hem de yüzlerce insana. Sokaktaki insanlara kendimizi anlatmış ve yüzlerce kişi ile yaşadıklarımızı paylaşmış olduk.
Daha da önemlisi, yine farkettik ki, sokaklar nasıl olursa olsun en büyük görev biz engellilere düşüyor, sokaklara çıkmaktan vazgeçmemeliyiz, başka türlü kendimizi anlatma şansımız yok.
Herkes için engelsiz yaşam dileği ile...
ŞULE TÜZÜL
sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 09 Temmuz 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

2 Temmuz 2010 Cuma

BİZİ ÇILDIRTMAK İÇİN…

f: Şule TÜZÜL

Engelliler konusundaki bilinç ve duyarlılık eksikliği, engellileri zaman zaman çileden çıkaracak sonuçlara neden olmaktadır. Çevremdeki engelli arkadaşlarımla yaşadığımız gerçek olaylar üzerinden bizi çıldırtan şeyleri konuşurken, bilgi ve bilinç eksikliğinden kaynaklanan bu durumların ironik yanlarını da farkettik ve tüm bunları listeleyerek herkesle paylaşmaya karar verdik. listeyi hazırlama aşamasında çok eğlendik. Meğerse bizi çıldırtan o kadar çok şey varmış ki liste uzadıkça uzadı. Bu sayfaya ancak belirli bir kısmını alabildim. Katkı sağlayan tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Engellileri çıldırtmak mı istiyorsunuz, işte önerilerimiz;
1- Gördüğünüz her yerde engelli park yerlerine aracınızı parkedin. Sizi uyaran olursa en pişkin halinizle “ben de kafadan engelliyim” deyin.
2- Engelliler ile biraradayken onlara her zaman ne yapmaları gerektiğini söyleyin. Karşı çıkan olursa, siz söylemezseniz onların akıl edemeyeceğini ya da sizden daha iyi bilemeyeceklerini söyleyin.
3- Engellilerin görüntü kirliliği yarattığından şikayet edin.
4- Gece klüplerinin engellilere uygun olmadığını düşünün.
5- Görme engellilerin fotoğraf çekemeyeceğini, resim yapamayacağını söyleyin.
6- Engellilerin yalnız yaşayamayacaklarını düşünün.
7- Çocuğu engelli olan anne babalara konuşma arasında “Böyle yaşayacağına keşke ölseydi” ya da “Siz öldükten sonra ne olacak bunun hali?” deyin.
8- Binaların görüntüsü bozulur düşüncesi ile bina girişlerine ve basamaklı yerlere rampa yapılması konusunda şiddetle muhalefet edin.
9- Rampa yapıyorsanız ölçü ve standartları konusunda kimseye danışmayın, size ve mekanın estetiğine uygun yapın.
10- Birisine kızdığınızda onun için “spastik”, “şizofren” gibi ifadeleri aşağılamak için kullanın.
11- Şirket sahibi ya da bir kurumda yönetici iseniz, engelli personel çalıştırmak konusundaki yasal yaptırımı uygulamayın, engelli personel istihdam etmek yerine ceza ödemeyi daha ekonomik bulun ve ceza ödemeyi tercih edin.
12- Bir engelliyi işe alırken, onun neleri yapabileceği üzerine değil, neleri yapamayacağı, size ne tür sorunlar yaratacağı üzerine düşünün. Neleri yapıp yapamayacağını asla ona sormayın, onun yerine siz karar verin.
13- Eğer biri size az da olsa görebildiğini söylediyse parmaklarınızı açıp ona gösterin ve "bu kaç" diye sorun.
14- Bir engelli size yardıma ihtiyacı olmadığını söylese bile ona ısrarla yardım edin.
15- İşitme engelli çocukların ebeveynleri ile konuşurken “Duymuyor ama çok akıllı maşallah” deyin.
16- Akülü sandalye kullanan bir engelli görünce "aaa kendi kendine gidiyo" deyin.
17- Serebral Palsi’li birine CP’nin ne olduğunu sorun, o anlattıktan sonra bacağına dokunup ısrarla "his var mı?" diye sorun.
18- Misafirliğe gelen bir köre değil de yanındakine "kahve içer mi?" diye sorun.
19- Bir kenarda bekleyen körü zorla karşıya geçirin.
20- Engelli insanların evlenemeyeceğini ve asla bir cinsel yaşamları olmayacağını düşünün, mümkünse bu düşüncenizi her ortamda paylaşın.
21- Körlerin sadece santral memuru olabileceğine inanın.
22- Eğer doktorsanız, iki kulağı için de işitme cihazı ihtiyacı olan hastanıza “bir kafaya tek kulak yeter” diyerek reçetesine tek işitme cihazı yazın.
23- İşitme engelli çocuğunuza, vücuda yabancı bir maddenin girmesi günahtır diyerek implantasyon yaptırmayın. Eğer implantasyon yaptırdıktan sonra günah olduğunu öğrenirseniz, çok zor olan bu ameliyatı bir de implantasyonu geri aldırmak için yaptırın.
24- Engelliler hakkında hiçbir şey öğrenmeyin, çocuklarınıza da hiçbir şey öğretmeyin ki yukarıda yazılanlar nesiller boyu sürsün ve bizi çıldırtmaya devam etsin.

Derleyen: ŞULE TÜZÜL

sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 02 Temmuz 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)