24 Eylül 2010 Cuma

DAĞA GÖZ DEĞİL YÜREK TIRMANIR



fotoğraflar: Öztürk KAYIKÇI

Türkiye’nin ilk görme engelli milli atleti ve dağcısı Necdet Turhan geçtiğimiz ay gerçekleştirdiği Mont Blanc tırmanışı öyküsünü sizlere şöyle anlatıyor;

2002 Yılında New York Maratonu ile başlayan Beş Kıta projemin maratonlar bölümü ardından dağlar serisinde üçüncü kıta olan Avrupa’da Mont Blanc tırmanışı için Cenevre’ye uçuyoruz. Tırmanış öncesinde konaklayacağımız Fransa’nın Chamonix Kasabası Cenevre’ye hayli yakın.

Cenevre Havaalanı’nda uzun kaya tırmanıcısı dostumuz Michael Piyola karşılıyor bizleri. Michael’in evinde birkaç saat soluklandıktan sonra ekibimize tahsis ettiği arabası ile İsviçre’den Fransa’ya geçip Chamonix’e yerleşiyoruz. Tarih; 2 Ağustos 2010.

Ünlü bir doğa sporları merkezi olan Chamonix kökleşmiş bir doğa sporları kültürüne ve 1902 yılında kurulmuş bir dağcılık okuluna sahip, dağcılığın ilk başladığı yer olarak kabul ediliyor bu kent.

Chamonix’de Yapılan değerlendirme ve hazırlıklar ardından 3 Ağustos sabahı Nevzat Öntaş, Mustafa Kalaycı, Haldun Ülkenli ve Öztürk Kayıkçı’dan oluşan ekibimiz ile Ayşe Arman, Bursa Nilüfer Belediyesi ve North Face Firması tarafından desteklenen tırmanışımıza başlama kararı alıyoruz. Tırmanış, dişli trenden indiğimiz 2000 m. noktasından başlıyor. Hedefimiz ilk gün yaklaşık 1200 m. yükselerek Teterousse Dağ Evi’ne ulaşabilmek. Tüm Mont Blanc tırmanıcıları rotada var olan iki dağ evinden yararlanıyorlar zirveye ulaşabilmek için.

Ekip düzeni oluşturuyoruz. Önde giden arkadaş, sesine yoğunlaşıp takip ettiğim çanımı taşıyor. Yer yer dik kayalardan, bazen patikalardan, bazen de uçurum kenarlarından geçerek yükseliyoruz. Uçurum kenarlarından geçerken, kayalara “bold” dediğimiz metal çiviler ile sabitlenmiş çelik tellerden emniyetimi alarak yürüyorum.

Akşama doğru ilk dağ evine ulaşıyoruz, hayli yorgunum. Bilhassa son yarım saat içerisinde yorgunluğum artıyor. Bunda giderek ağırlaşan sırt çantamın payı büyük. Hava şartlarının olumsuzluğu nedeniyle iki gün kalacağımız dağ evine yerleşiyoruz. Yağmur olarak başlayan yağış kara dönüyor…

Kar yağışının güzelliğini anlatıyor arkadaşlar bana. Kar bazen kelebekler misali savrularak bazen de bulgur taneleri misali serpilerek düşüyorlar. Bir yandan da stres duyuyorum bu durumda tırmanışımızın akıbeti ne olacak diye. ODTÜ Dağcılık Kolu Antrenörü ve faaliyet sorunlusu Nevzat Öntaş camdan dışarıya, tırmanmamız gereken dik kaya etaplarına bakarak konuşuyor; “İşimiz çok zor…”

Ertesi sabah kar yağışının durduğunu görüyoruz, kayaların sivri uçları dışında her taraf bembeyaz. Fakat dağcılık tekniği anlamında riskli bir beyazlık bu. Zira yeni yağan kar un misali tozak konumda. Kazma tutmuyor, gerektiğinde emniyet almak pek mümkün değil.
İp birliği oluşturup ortalama yarım saat içinde ilk kaya bloğunun altına geliyoruz. Kaya kar ve buz kaplı. Nevzat Öntaş “Dönmeliyiz!” diyor. Fakat tehlikeyi görebilmem için ilk etabı deneyebileceğimi söylüyor. Sol taraftaki sabit hattan emniyet alarak tırmanıyorum. Ayaklarımdaki grampon dediğimiz metal aparatlar ile kayaya tutunmakta zorlanıyorum. Miks tırmanış denilen kar, buz ve kaya koşullarında dokuz on kaya etabı geçmemiz gerekiyor ve bunlardan beş altısı daha tehlikeli. Karın toz oluşu ve kazma tutmayışı tehlikeyi daha da artırıyor.

3500 m. noktasından dönüyoruz, bizim dışımızda dönme kararı alan başka ekipler de var. Bu kez rotamız 300 m. altımızdaki Teterousse Zirvesi. Bu Zirve’de “YAŞAMI SEVMEK İÇİN YÜREK BAŞARMAK İÇİN EMEK GEREK” ve “DAĞA GÖZ DEĞİL YÜREK TIRMANIR” yazılı pankartları ve Türk Bayrağı açarak dönüşe geçiyoruz. Büyük bir deneyim oluyor benim için Mont Blanc etkinliği. Chamonix’te kalan üç arkadaşımızdan daha sonra dönüş kararı aldığımız kayalık bölgede iki dağcının düşüp vefat ettiğini öğreniyoruz.

(Engelsiz Yaşam konusunda görüşlerinizi paylaşmak için: http://www.facebook.com/pages/Engelsiz-Yasam)

Necdet Turhan
www.necdetturhan.com

(Bu yazı 24 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

17 Eylül 2010 Cuma

BEN MEZOPOTAMYA



...Ben Mezopotamya, iki nehrin arası yani. Sümerin, Asurun ev sahibi yani. Ben bereket tanrısı, ben yazının merkeziyim. Ben aşk, inanç, bereket üçgeninde en doruktaki kültürüm. Ben Mezopotamya, Dicle ve Fırat’ın anası. Ben Mezopotamya insanlık serüveninde medeniyetlerin ana rahmi. Ben Mezopotamya, renk cümbüşlü, kilim motifli, türkü örüklü, inanç kubbeli sonsuz deniz...
ZİÇEV (Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı) bünyesinde Vakfın Ankara ve İzmir` deki okullarında eğitim gören ve kurum içinde kurulu ZİHİN ERGO SUM Fotoğraf Atölyeleri öğrencileri olan özel eğitime tabi genç ve çocukların; Mardin ve Urfa ili ve çevresinde 2010 yılı Nisan (26-30 Nisan 2010) ve Mayıs (18 – 23 Mayıs 2010) aylarında yaptıkları 5 er günlük fotoğraf çekim gezileri ile yaratıcılıklarının ortaya çıkarılması ve artırılmasının yanı sıra, sosyal dönüşüm ve kaynaştırmada kültürün 'birleştirici' gücünü kullanarak, 'katılımcılık ve paylaşımcılığı' hedefleyen, sivil toplumda, yaşam engellerinin kaldırılması için; kamu ve yerel yönetimlerle birlikte çözüm üreten, toplumsal birliktelik ve kaynaşmayı artırırken bilinçlendirmeyi de sağlayan, `öteki`nin farkındalığının, kültür ve sanat yoluyla ortaya çıkarılmasını ve yükselmesini, sanat etkinliklerine katılmalarına teşvik eden, aktif yaratıcı süreçlerde yer almalarını sağlayan ve hedefleyen bir projedir `Ben Mezopotamya`...

Günümüzde insanlık herkesi içine alan, herkese uygun bir toplum modelinden yoksundur. Dışlanan kesimlerden birisi olan engellileri toplumla bütünleştirecek yollardan birisi de fotoğraf diye düşündük. Bizler toplum, içinde yaşayan bu insanları, onların sorun ve gereksinimlerini, özelliklerini ne ölçüde dikkate almaktayız? Herkesin yapılan hizmetlerden, engellilerin de yararlanmasını sağlamaktan sorumlu olduğuna inanıyoruz. Bu sorumlukta bize düşeni üstlenmek istedik.

Engellilere yönelik ayrımcı uygulamaların dünü oldukça eskilere dayanmaktadır ve karşılaştıkları "engelin' temelinde, sahip olunan "özür" değil; özrün yarattığı farklılığı bahane eden toplumun, özürlüye karşı geliştirdiği 'engelleyici tutumlar" yatmaktadır. Engellilere yönelik ayrımcılığın önlenmesinde en etkili unsur ise, onları yaşamın içine sokmak, üretken kılmaktır. Alacakları eğitim ile bunu başarabileceklerine inandık.

Engelli bireylerin yeterli eğitim ve rehabilitasyon yoluyla nitelik kazanmaları ve kazandıkları bu nitelikleri üretken bir biçimde kendileri ve içinde bulundukları toplumun yararına sunmaları ayrımcı uygulamaları da büyük ölçüde sona erdirecektir. Ayrımcı degil bütünleştirici olalım istedik.

Engelli bireylerin önündeki en büyük engel, önyargıdır; önyargıyı aşmanın en etkili yolu da sosyal yaşamlarında gösterilecek başarıdır. Bir başka etmen de onlar hakkında oluşmuş olan son derece yanlış değer yargılarıdır. Toplum engelli bireyleri çoğunlukla "ellerinden hiç bir şey gelmeyen, korunmaya muhtaç, zavallılar" şeklinde algılar… Engellilere dair önyargı ve yanlış değer yargılarını yok edelim istedik. Farklı olmak "farklı muameleye tabi tutulmanın" haklı gerekçesi olamaz. Engelliler de herkes gibi, başka hiçbir sebeple değil; salt insan oldukları için onurlu bir yaşamı hak etmektedirler. Bunun için toplumsal yaşama tam katılımın önündeki her türlü engel kaldırılmalı ve eşitlik ilkesi gereğince yaşamın tüm alanlarında desteklenmelidirler.

Tüm bu gerçekler bu projeye başlama/ çıkış noktamızın ve gerçekleştirmek istediğimizin temelini oluşturmaktadır.

“Ben Mezopotamya” projemiz kapsamında çocuklarımız tarafından çekilen fotoğrafları 20-26 Eylül 2010 tarihleri arasında Ankara’da Milli Kütüphane sergi salonunda sergiliyoruz. Sergi açılışımız 20 Eylül 2010 saat 18.30. Tüm Ankaralıları sergimize bekliyoruz.
Faika Berat Pehlivan
faikaberatpehlivan@gmail.com

(Bu yazı 17 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

10 Eylül 2010 Cuma

TÜRKÇE ENGELİNİ AŞALIM: HEDEFSİZ OLALIM !


Oktay Sinanoğlu’nun Hedef Türkiye kitabını okuyorum büyük bir heyecanla. Türkiye’nin hedefsiz olmasının bütün karışıklıkların temel nedeni olduğunu söylüyor yazar. Amerika’nın aya gitme hedefini koymasıyla birlikte bilgisayar alanında ne kadar büyük gelişmeler kaydettiğini anlatıyor. Atatürk döneminden sonra ise Türkiye kendine bir hedef seçememiştir diyen yazar hedef de öneriyor. Ancak tüm bu hedeflerin önüne Amerika’nın nasıl setler çektiğini ve Türkçe ile nasıl “uğraşıldığını” anlatıyor.
TED ile 1950’li yıllarda başlayan İngilizce ile eğitim sürecinin ODTÜ, Bilkent ve Boğaziçi’nde nasıl yaygınlaştığını anlatan yazar İngilizce ile bir fizik kavramını anlamaya çalışan gencin ne kadar zorlanabileceğini de ekliyor. Şu anda anaokullarında bile İngilizce dersi olmasının aslında Amerika’nın kültür endüstrisi tarafından işlendiğini ve Türkçenin yok edilmeye çalışılarak Türk kimliğinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığını incelikleriyle anlatıyor.
Temel sorunumuzun eğitim olduğunu söyleyen yazar eğitimin en önemli amaçlarından birinin birey olarak her vatandaşın milletinin geçmişi ile geleceği arasında köprü olmak olduğunu belirtiyor. Ama bu geçmiş de Türkiye’de unutturulmaya çalışılıyor. Geçmiş unutturularak bireylerin ve milletin geleceğe yönelik hedef koyması da zorlaşıyor.
Türk gencinin İngilizce ile her konuyu öğrenmesi ve sonunda kendi kimliğinden uzaklaşması söz konusu oluyor. Bu uzaklaşma kendine güveni azaltırken aşağılanma duygusu yaratıyor. Aşağılanma duygusu sonucunda da “ben ne yapabilirim ki” sorusu doğuyor. Oktay Sinanoğlu bu aşağılanma duygusunu mutlaka ama mutlaka yenmemiz gerektiğini söylüyor.
ANAOKULUNDA İNGİLİZCE
Anaokulunda İngilizce öğretilmeye başlanmasıyla birlikte yaklaşık bir nesil sonra çocukların anne ve babalarıyla anlaşamayacağına da değinen Oktay Sinanoğlu, bunun aslında Türk dilinin ortadan kaldırılması anlamına geldiğini söylerken bu durumu ciddiye almalı ve tepki göstermeliyiz diyor. Sömürgeleşmenin bu şekilde olduğunu söyleyen yazarı desteklemek yetmiyor. Bu meselenin Türkiye için ölüm kalım süreci olduğunu anlamak ve anlatmak gerekiyor. Çocuklarımız İngilizce öğrenmesinler mi diyenler için yabancı dil öğrenmenin zevkli olduğunu ve insana kazandırdıkları olduğunu ancak bütün eğitimin İngilizce olmasının gençlerin düşünmesinin önünde büyük bir engel olduğunu ve bunun hangi amaca hizmet ettiğini anlamamız gerektiğini vurguluyor Oktay Sinanoğlu.
BİLİNÇ ZAMANI
Bizlere düşen görevler var. Ancak insan bunu tam anlamıyla benimseyince bu görevlerin ne olduğunu ve hedeflerine nasıl ulaşacağını düşünmeye başlıyor. Son günlerde Türkiye’de yaşanan olaylar kaynayan bir kazana işaret ediyordu. Aslında uzun zamandır bu böyleydi. Böyle gelmişti ancak böyle gidemez demeye başlamam bir hafta oldu. Türkiye üzerine oynanan oyunları gerek kitaplardan gerek internetten araştırmaya başladım. Lütfen bu araştırmayı siz de yapmaya çalışın. Neler olduğunu anlamaya çalışalım ve bu olanlar karşısında tepki gösterelim. Sesimizi çıkaralım. Belki benden çok daha önce böyle yapmaya başladınız. Benim sözüm henüz bu olayların farkında olmayan arkadaşlarım için. Çünkü ben yeni uyandım!

Fethullah Gülen’in Amerika ile ilişkileri ve Amerika’nın Türkiye’de gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları üzerine araştırma yapmanızı öneririm. Neden Türkiye ile uğraşılıyor? Neden gençler hedefsiz? Neden bu ülkede kimse tepkisini göstermiyor? İngilizce öğrenmemiz neden bu kadar gerekli? Düşünelim ve araştıralım.
Ben artık bu ülke için önemli bir şeyler yapmak istiyorum. Bu kararım geç alınmış bir karar olsa da bir yerden başlamak istiyorum. Uyutulmuşluğumun ve uyuşmuşluğumun üstesinden geleceğim. Atatürk’e söz veriyorum. Geç kalmadık. Bilinçli olmamız ve hedefler belirlememiz çok önemli.
Yasemin Şenyurt
yaseminsenyurt@gmail.com

(Bu yazı 10 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayımlanmıştır.)

3 Eylül 2010 Cuma

BEYAZ AT VE MAVİ AT

fotoğraf: Elif KOCA

Kapısını araladığım onca düş bahçesi, onca anılar tüneli ve zorluklarla çevrelenmiş yaralı hayatlar, “her şeye rağmen”lerin gölgesinde güneş yakan umut dolu bakışlar gözlerinde her birinin...

Bilmem bundan sonrasını anlatmaya yeter mi sözcüklerin gücü... Ben elimi uzattım sadece, uzattığım eli öylesine sıkı kavradılar ki, yüreğimi burada bıraktım ben... Neden bu büyüyü siz de yaşamayasınız?

Merve Yüksel

Bembeyaz bir at hayal edin. Bembeyaz atın kafasını ağaca vurduğunu gözünüzün önüne getirin. Kafası acır dediğinizi duyar gibiyim. Peki ama neden kafasını vuruyor ağaca dediğinizi de biliyorum. Kafasını ağaca vurmasının nedenini öğrenmek için şu an bulunduğunuz yerden farklı bir yere geçmeniz gerekir dersem beni anlayışla karşılayacaksınız. Farklı bir yere geçip oradan baktığınızda atın kafasını boş yere ağaca vurmadığını anlayacaksınız. At kafasını ağaca vurdukça ağacın dallarına sıkışan kuşlar gökyüzüne uçabilmektedir.

Gökyüzü yepyeni bir gelecektir.

Kuşlar “normal” insanlardır.

Beyaz at ; şizofreni hastalığını yaşayan bireydir.

Ağaç ise kendimizi yerleştirmeye çalıştığımız kalıplardır.

Beyaz at acı çeker ama o acısının gizli bir nedeni vardır. Beyaz ata hep olduğunuz yerden bakarsanız onun sadece acı çektiğini düşünürsünüz.

Farklı bir yerden bakmayı başardığınızda beyaz atın yapmak istediğini anlar ve onunla empati kurarsınız. Hangimiz beyaz at olabiliriz? Hangimiz kuşları düşünerek kendimizi yaralamayı göze alırız? Hangimiz ağacın köklü kurallarına kafa atma cesaretine sahibiz?

Mavi At:

Ankara’da şizofreni hastalığını yaşayan bireylerin ve yakınlarının çalıştığı duvarlarında öyküsü yazan ve tavanlarından aşağıya kitaplarla sarmalanan aynı zamanda da bavulların sandıkların içinde de kitap bulabileceğiniz, çay ve kahve içebileceğiniz, dertleşebileceğiniz, tartışabileceğiniz özel bir mekan.

Beyaz At’ı hayal etmenizi istemiştim yazımın başında. Mavi At’ı hayal edenler ve gerçeğe dönüşmesi için emek verenler, fedakarlık yapanlar ve canla başla çalışanlar sizin gelmenizi dört gözle bekliyorlar. Siz gelirseniz Mavi At başka şehirlerde de doğacak, büyüyecek. Bu aslında şizofreni hastalığını yaşayan bizleri yalnız bırakmadığınız anlamına gelecek. Mavi At’a gelmeniz aslında önyargılara beraber kafa atmamız anlamına gelecek.

Mavi At’a gelip bir bardak çay içmek zor değil. Mavi At’a gelip “Siz boşa kürek çekmiyorsunuz. Yaptıklarınız, başardıklarınız çok önemli ve sizlerin yanında olacağız” demek için vakit kaybetmeyin.

Mavi At’ın heyecanını yüreğimizde duyabilir ve bu konuda duyarlı olmayı başarabilirsek Türkiye’de şizofreni hastalığını yaşayan insanların içine su serpmiş olmakla kalmayacağız. Yirmili yaşlarında bu hastalıkla karşılaşan ve karşılaşabilecek tüm insanlara çalışma olanağıyla beraber üretkenliklerini ortaya koyabilmeleri için cesaret vermiş olacağız. Kendi içine çekilmiş ve odasından dışarı çıkmayan çoğu arkadaşım Mavi At’a gülerek geliyor; isteyerek ve severek çalışıyor. Dileğimiz Mavi At’ın yalnız kalmaması… Umudumuz Mavi At’ın başka şehirlerde de var olması!

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı: Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 31/8 Beşevler (0312 212 00 06)

Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği : Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 39/6 Beşevler (0 312 212 11 12)

Yasemin Şenyurt

yaseminsenyurt@gmail.com


(Bu yazı 03 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)