25 Nisan 2010 Pazar

GÖRSEL DOKUNUŞLAR




9 Nisan 2010 tarihinde Ankara Galeri Soyut’ta, bir resim sergisi açıldı: Ahmet Yeşil’in Görsel Dokunuşlar isimli sergisi.

Ahmet Yeşil, 1954 yılında Mersin’de doğmuş ve halen Mersin’de yaşıyor. Ressam Nuri Abaç ile İlhan Çevik ve Ernür Tüzün’den gerekli resim eğitimini almış. Kısa sürede sanatsal çizgisini saptayan sanatçı, resmi bir yaşam biçimi olarak seçmiş ve bütün zamanını resme adamış. İçinizde ismini duymayanlar varsa, bu onun ürettiklerini size ulaştıramamasından değil, Türkiye’nin sanata ve insana verdiği önemin eksikliğinden kaynaklanıyor. Çünkü o, dünyaca tanınan ve bizi uluslar arası platformlarda başarı ile temsil eden bir sanatçımız. Şimdiye kadar 81’i kişisel olmak üzere 279 sergiye katılmış. Ulusal ve uluslar arası yarışmalarda 17 ödül almış. Dünyada ve Türkiye’de bir çok kurum ve müzede eserleri bulunuyor. Louvre Müzesi SBNA salon sergilerinde resimleri sergilenen ressamlarımızdan biri. Hakkında yazmak istediklerimi buraya sığdırmam zor. En iyisi siz önce, Galeri Soyut’a gidip 28 Nisan 2010 tarihine kadar sürecek olan Görsel Dokunuşlar sergisini izleyin, sonra da www.ahmetyesil.com adresinden hem onun hakkında daha detaylı bilgiye ulaşın, hem de iplerle yarattığı o muhteşem dünyanın sergide göremediğiniz başka örneklerini izleyin.

Ahmet Yeşil, 1972 yılında geçirdiği bir rahatsızlık sonucu yürüme yeteneğini kaybetmiş. Engeli ile değil, sanatı ile tanınmayı istediğini belirtiyor. Engelliler ile ilgili sorunların, engelli dernekleri ya da engelliler ile ilgili etkinliklerle ayrıştırılarak, ötekileştirerek değil, toplumsal, siyasal, demokrat tüm sivil toplum örgütlerinde çalışarak, bu örgütlere katılarak, engellilerin varlıklarının fiziki sorunlar nedeniyle yaratacağı baskı sonucu, çözüleceğine inanıyor. Diyor ki; “Engelliler yaşamda, düşünceleriyle ve ürettikleriyle kendilerini ifade edebildikleri ölçüde yer alacaklardır. O zaman zihinlerdeki engeli kaldırabilirsiniz. Yoksa ne yaparsanız yapın, yaptığınızı da yaşamınızı da ıskalarlar, ıskalarsınız…”

Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya sorduğu soruya onun yanıtı: “Mutluluk üretmektir, kendini özgür ve özgün ifade edebilmektir...”

Ahmet Yeşil, Görsel Dokunuşlar için ise şunları söylüyor:

“Yaşamın gerçekleriyle her an yüzleşme durumumuz, görüntünün anlam değerleriyle yüzleşme biçiminde karşımıza çıkar.

Bu ise yaşamın her boyutundaki görüntüler/yansımalar arasında kendimize ait olanla buluşmamız demektir.

Bulma, buluşma, kavuşma, keşfetme kişinin kendi gerçeğiyle yüzleşmesidir.

Duyguların,olguların insana ait saf, onu özgün kılan gerçeğiyle buluşmasıdır.

Sanatın yarattığı estetik/plastik değerler, dünyaya yansıyan bir atmosfer kurar. Gündelik yaşama kilitlenmiş insanların da, belki hiç ilgilenmedikleri bu yansımaların içinden geçmesi kaçınılmazdır; çünkü görsel olana bakmanın ötesindeki görme biçimi, yaşamı algılayan aklın görsel dokunuşlarıdır. Onları hiç istemese de yakalar, emerek içine soğurur ve beklemediği birileriyle ortak algıya zorlar.

Görsel olan sataşır, örter ve estetik aklın duyarlığına yerleşir.”

Ressam Mehmet Ergüven de, onun eserleri ile ilgili olarak şunları söylemiş:

“Ahmet Yeşil, iplerin suretine gerdiği resim dünyasında usulca hayatını dokur ve hiç kuşkusuz, ‘gerçek’le ilişkisi hep bu yüzden pamuk ipliğine bağlıdır; ama kopmamaya kararlı, çünkü Yeşil’in elinde devamlı kendine düğüm atan bir iliktir bu.”

Ahmet Yeşil’in tuvale iplerle ördüğü dünyada, herkesin, kendi yaşamına dair çok şey bulacağına inanıyorum. Sergiyi ziyaret etmek isteyenler için:

Galeri Soyut Adres: Yıldızevler Mah. Tagore Cad.(4. Cad.) Şehit Mustafa Doğan Sok. 82/A Yıldız-Çankaya. Tel: 4388670

Şule Tüzül
sule.tuzul@isbank.net.tr

(Bu yazı 23 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara Ekinde yayınlanmıştır.)

16 Nisan 2010 Cuma

SIRADAN OLMAK ÖZELDİR



Doğuştan engellenmiştim. Beynimde hasarla doğmuştum. Bedenimle yapabildiklerim oldukça sınırlı, beynimle yapabildiklerim ise alabildiğince sınırsızdı. Kısıt sevmeyen ruhum ailem tarafından da desteklenince, kendi bildiği yolda yürüyen biri haline gelmiştim. Okula başlamak istediğimde, “Bu çocuk gerizekâlı, hiçbir zaman normal okula gidemez.” diyen pek bilgili(!) profesör doktora bile aldırış etmemiştim.
Arkadaşlarım gibi, ben de üniversite sınavına hazırlanıyordum. Okula, dersaneye, tedaviye gidiyordum. İdeallerime erişmek için aşmam gereken en önemli ve en zorlu kapıda olduğumun bilinç ve heyecanı, yorgunluğumu unutturuyordu. Sınav başvurusu tarihi geldiğinde, dersanedeki matematik öğretmenimin bir uyarısı oldu: “Betül, sınav için yardımcı istemen gerekir”. İtiraz ettim. Birçok sınava girmiştim; parasız yatılı sınavları, Fen Lisesi sınavı, dersane sınavları. Anadolu Lisesi sınavının ilk basamağını, dersaneye bile gitmeden kazanmış bir öğrenciydim ben. O güne kadar, “sınavda yardımcı” kavramından haberim bile olmamıştı. Üniversite sınavının diğerleri gibi olmadığını, geleceğimi doğrudan etkileyecek bir sınav olduğunu, hakkımı yedirtmemem gerektiğini anlattı. Haklıydı; ama, “herkes gibi başarabileceğini kanıtlamak” için bıkmadan usanmadan çalışan birinin yardım kabul etmesi kolay mıydı?
1994 yılında ODTÜ matematik bölümünden mezun olup, bir kamu kuruluşunda bilgisayar programcılığı yapmaya başladım. ODTÜ’ye ne zaman gitsem, hocalarımın sevgi ve gururlarını okurum gözlerinden.
Yıllar sonra karşılaştım “kaynaştırma eğitimi” kavramı ile. “Engellilere özel” olmayan okullara giden engellilerin aldığı eğitimi tarif eden bir tanım olduğunu sandım önce. Sonra anladım ki, benim aldığım eğitim “kaynaştırma” değildi. “Normal” okula gitmekle kalmamış, “normal” eğitim almayı da başarmıştım. Herkes gibi olduğumu kanıtlayabilmiştim.
Temmuz ayında, lise arkadaşlarımla bir akşam yemeği yedim. Arkadaşlarımın yanında kendimi ne denli rahat ve mutlu hissettiğimi anlatabilecek kelime bulamıyorum. Ne kadar iyi kaynaşmışız ki, 20 yıl sonra biraraya geldiğimize bu kadar sevindik.
Çocukları kaynaştırmaya çabalayanlara şaşıyorum doğrusu; hemen kaynaşırlar zira. Acımasız da değildirler. Ben çocukken, benim çocuk arkadaşlarım öyle içtenlerdi ki. Acımasızlık olarak nitelenen çocuk yaklaşımlarını, doğal ve şirin buluyorum.
Geçtiğimiz yıllarda ısrarla gündeme taşınan kaynaştırma eğitimi hakkında olumsuz öngörülerim vardı. Bugünlerde, uygulaması hakkında duyduklarım, öngörülerimin gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor. Engelli öğrenciler Milli Eğitim’e başvuruyormuş, kaynaştırma eğitimine mi, özel eğitime mi ihtiyaç duyduklarına karar veriliyormuş; o karara göre bir okula gidiyorlarmış. Böyle bir uygulama, ayrımcılıktır. Engelsiz öğrencilerin okul seçme hakkı varken, engelli öğrencilerin seçme hakkının olmaması kabul edilemez bir durumdur. Üstelik, kaynaştırma eğitiminde dikkat edilecek hususlar arasında, “Çocuğu normal hale getirmek değil de, yeteneklerini en iyi şekilde kullanmalarını sağlamak en önemli hedef olmalıdır”* diye bir madde var. Temel eğitimi yetenekler ya da yetiler ile sınırlamak, -hele ki bu yeti ve yetenekleri somutlaştırmak mümkün değilken- bu çocuklara yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Okula gitmek, hayata hazırlanmak demektir. Bir insanı hayat boyu koruyup kollamak mümkün değilse, –ki değildir- okulda korumak ve/veya eksik yetiştirmek âdil midir?
http://okulweb.meb.gov.tr/35/02/959733/dokuman%20arsivi/Kaynatrmaeitiminedir.doc *

A. Betül Can
asubetcan@yahoo.com

(Bu yazı 16 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

9 Nisan 2010 Cuma

Kanadı kırık kuş

fotoğraf: Mebrur Hatunoğlu

“İnsanoğlu kanadı kırık kuş” diye başladı sözlerine. Yüzünde bunca yılın yorgunluğu ile.

“İnsanoğlu kanadı kırık kuş olmasaydı geriye dönerdim” dedi. Tam kırk bir yılın ardından.

Biri kırk diğeri otuz sekiz yaşında olan iki zihinsel engelli çocuk yetiştirmişti. Elli dört yıllık yaşamına tüm bunları sığdırmanın kırgınlığı, olgunluğu ve gururuyla konuşuyordu.

On üç yaşında, annesinin zoruyla Yozgat’a gelin gitmişti Çorum’dan.

-O zamanlar çocuklar bu kadar sevilmiyordu galiba, dedi, yoksa bile bile teyzemin oğluyla evlendirmezlerdi.

Hemde “deli” oğluyla.

-Bilmiyordum kimdi, neydi hiç görmemiştimki...

-Evlendik, tam 12 yıl ağladım hiç durmadan, bir evin bir oğluydu ama çocuktu o da.

-Benden 3-4 yaş büyüktü, diye devam etti.

Ne iş yapardı, nasıl geçinirdin diye sorunca yüzünde buruk bir tebessümle;

-Köyün delisiydi dedim ya, ne yapacak, boş boş gezerdi, dedi sesi titreyerek.

Geçmişine geri döndürdüğüm için birden irkildim. Acılarını, utanmışlıklarını, kanadı kırılmışlığını hatırlattığım için hem irkildim hem utandım kendimden.

-İlk çocuğum Sultan doğdu. Köy yeri bilemedik ki ne olduğunu, babası gibi dediler, arkasından İbrahim ve arkasından bir tane daha.

-Çok şükür sonuncusu iyi akıllı, dedi.

-Hemde çalışıyor, dedi gururla.

-Yozgat’ın içinde sekiz yıl kaldık. Dayanamadım, bababamların yeni taşındıkları Ankara’ya geldim bin bir zorlukla. Kayınbabamdan habersizce, önce İbrahimi’mi yolladım akrabamın yanına koyup Ankara’ya. Sonra da doktorlar beni de çağırıyor diyerek iki çocuğumu da alıp kendim geldim. Körler okuluna müracaat ettik bilmeden. Onlar da bizi Etlik’te bir okula yolladılar. Çocukları görür görmez okula aldılar. Kayınbabamın tüm ısrarına rağmen bir daha dönmedim Yozgat’a.

-‘Evsiz işsiz ne yapacaksın buralarda?’ deyince çocuklarla birlikte içeri girip, ‘Sizin bir temizlikciye ihtiyacınız yok mu?’ diye sordum ve hemen o gün işe başladım.

-Tam 33 yıldır bu işteyim. Çocuklar büyüdü, onların evi de burası artık. Üç çocuk, ben çocuk ve eşim çocuk. Beş çocuk birlikte büyüdük. 12 yıl ağlayarak dört çocuk büyüttüm. Eşim öldü kayınbabamla kaynanama da ben baktım. Zaten ilk günden beri beni çocuklarına bakayım diye almışlardı. Sonra bize biraz olsun destek olan kayınbabam da öldü ve ben yatalak kaynanamla kaldım. 5 yıl süresince altını temizleyip karnını doyurduğum ve oğlunun ölümünden sonra unutkanlıkları başlayan kaynanamla. Beş altı yıl önce o da rahmetlik oldu.

-Bazen tanrı beni sınıyor diye düşündüm, bazen için için ağlayarak, bazen de lanetler ederek geçti günlerim. Ta ki emekli olana dek. Emekli oldum ama hala buradayım ve buralarda öleceğim galiba. Her sabah servisle iki çocuğumu alıp okula geliyorum. Akşamları da kayınbabamın ölmeden önce aldığı evimize gidiyoruz.

-İki çocuğum ve ben vakıfta mutluyuz. Bir oğlum çalışıyor zaten. Hep birlikte yıllar sonra yılların yükünden kurtulmuş sıcacık yuvamızdayız.

-Artık çok da bir derdimiz kalmadı; bir evimiz ve kanatlarımız var artık. Sultan ve İbrahim kanatlarım oldu, diğer oğlum evimizin direği. Bundan başka ne ister ki bir insan, dedi fısıltıyla.

Bütün konuşmamız süresince dalgalanan duygularım kimi zaman boğazımda bir şeyler düğümledi, zaman zaman da yüreğimde fırtınalar kopardı.

Yanından geçip gittiklerimizin, ötekileştirdiklerimizin yaşamımıza kattıkları her şey için teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız ve iyi ki bir yerlerde yaşamlarımız kesişiyor.

Yazı ve Fotoğraf: M.Mebrur HATUNOĞLU

mebrur@gmail.com


(Bu yazı 09 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır. )

2 Nisan 2010 Cuma

ENGELSİZ YAŞAM İÇİN AŞK

Fotoğraf: Yasemin Şenyurt

Engelsizliği ve engel tanımamayı ilke edinen bir insan için yaşam aşılması mümkün olan engellerle doludur ve onların aşılması için azimle, neşeyle, heyecanla hareket halindedir o kişi. Konu aşk olduğunda da bu böyledir. Biraz sonra yazının akışı durabilir ama bunu da engel olarak görmeli ve aşmalıyım.
Aşk engelsizliğe nasıl erişir? En engelli düşüncemiz belki de aşkla ilgili.
Aşkı tanımlarken kalıpların tuzağına düşmekten çekinmiyoruz.
Aşkı şairlerden dinlemeli.
Aşk engelsizleşmeli.
Nasıl diye sormaktayız her birimiz.
Cevaplamakta tedirginiz.
Aşk yaşamın içinde engelsiz durabilirse insanlar engellere aldırmaz.
İki insanın birbirini arzulaması mıdır yoksa güzele duyulan istek ve bu istekle beraber üretme çabası mıdır aşk? Eğer aşkı ikinci anlamında ele alırsak onu engelsiz düşünmeye başlarız.
Güzele duyulan isteğin her insanda var olması ve her insanın üretmek için çabalamasını hayal edelim. Bu insan engel tanır mı?
İlk anlamında ele aldığımızda aşk çok dar bir anlama bürünür. Sahiplenme isteğiyle beraber yaşanan duygular rengarenk olmaz.
Rengarenk olmayan duygular yaşayamıyorsak aşkı engelliyoruz…
Bir güne sığdırmaya çalıştığımız her anlamlı duygu yok olmaya hazırlanıyor.
Sözcükler aynı olsa da onları farklı kullanmamız ve farklı sıralamamız ne kadar zenginleştiriyor bizi…
Söz konusu aşk olunca neden aynı sözcükleri aynı şekilde kullanmayı yeğliyoruz? Korkuyoruz. İçten gelen her davranış ve her sözcük bizi çıplak bırakacak ve savunmasız kalacağız diye çok korkuyoruz. Benzemek istiyoruz. Benzersiz benliklerimizden ve benzersiz olabilecek aşklardan korkuyoruz. Savaşlara alıştık. Yoksulluğa alıştık. Haksızlığa alıştık. Çünkü aşkın engelsizliğinden korktuk.
Aşk…
Engelsiz yaşam için aşkı engelsiz düşünün, düşleyin, yaşayın…
Mesele şairin de dediği gibi yürekte. Mesele yüreğimizin içinde sevdalar saklayabilmekte.
Mesele belki de güzele duyulan isteğe sahip çıkıp yaşama üretken olarak katılabilmekte…
Ne ölümdedir çaresi
Ne ömürde
Bir rüyaya sadık kalabilmektir aşk denilebilir. Tanım aranabilir ve bulunabilir ama tanımlardan ve sınırlamalardan uzak durup aşkı aşk gibi yaşamalı.
Bir insanı anlamak, onu tanımak ve onu sözcüklerle ifade etmek sınırlamaktır. Sınırladığınız zaman ona aşık olmaktan vazgeçersiniz.
Halbuki her insan sınırlanamayacak kadar derin…
O derinliğe yani kendinizdeki ve tanıdığınız tüm insanlardaki o derinliğe saygı duymaya başladığınızda aşk engelsizleşir. O zaman da haksızlığa,yoksulluğa,savaşlara tahammül edemez ve karşı durursunuz.
Aşk: İçindeki ince ve derin duygu
Şimdi herkesi dünyaya çağırıyorum. Neden bilinmeyenlerle dolu bu dünya? Aşk yüzünden…
O ağaca bak. O suda yüz. Onu anla. Anlamak aşktır…
Anlar gelip geçer. Aşktandır durması yeryüzünün. Aşktandır bir kalp atışı…
Bir sözcüğün bir ömür akıldan çıkmaması
Bir sözcüğün hiçbir sözlükte tam olarak açıklanamayışı ve kitapların yazılışı
Asılsız iddiaları vardır aşkın. Su serptiğini sanırsın. Yangın yeniden yeniden…
Seslenirsin ismini. Sesin çıkmaz.
Görürsün yüzünü. Bakamazsın.
Dokunursun. Dokunaklıdır o andan sonra her dokunduğun an.
Yağmur olursun. Cadde olursun. Gece olursun.Üşürsün…
Üşümek mi? Beyaz bembeyaz kar tanesi olup düşersin yere.
Üzerinden adımlar geçer. Üzerinden yaşam geçer. Erimemek için direnmezsin.
Erisem de bitse dersin yaşamım. Erimezsin. Yaşam seni o kar tanesi yapmıştır sonsuza değin.
Yasemin Şenyurt
yaseminsenyurt@gmail.com

(Bu yazı 02 Nisan 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)