23 Ocak 2010 Cumartesi

HAYATI ZORLAŞTIRMAYIN KOLAYLAŞTIRIN


Hatırlayabildiğim kadarıyla, yürüme engelli bir birey olarak, ilk “engelli raporumu” aldığımda lise sondaydım.
Sene 1991…
Üniversite imtihanında bana uygun ortam sağlanması talebime yönelik Bursa Devlet Hastanesi’nden aldığım bu ilk rapordaki engellilik oranım, yüzde doksan sekizdi.
Rakamla, %98…
Üniversiteden mezun olup da İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvurduğumda “yeniden rapor” dediler.
Sene 1995…
Bu sefer İş ve İşçi Bulma Kurumu’na kayıt dolayısıyla iş bulmak üzere bana aynı hastanenin ve aradan geçen dört yıla karşın muhtemelen aynı kurulun verdiği raporda engellilik oranım, yüzde yüzdü.
Yanlış okumadınız… Rakamla, %100…
Verdikleri raporda beni neredeyse “ölü” kabul ettiklerini az da olsa fark etmiş olacaklar ki, raporun altına not düşmüşler:
“Her ne kadar oran %100 de olsa, oturarak yapılabilecek işleri yapabilir.”
Uludağ Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü’nden mezun olan biri olarak, bilgisayarı herhalde ayakta ya da koşarak kullanmayı düşünmüyordum ama yine de işverenleri uyarma ihtiyacı hissetmeleri, verdikleri orandan olsa gerek…
Şiirlerimi resimlemek, kitap yayınlamak, sergi yapmak gibi çeşitli atraksiyonlarla sesimi duyurma çabamın ardından iş buldum. Bu sefer de işe girerken “vergi indirimi için rapor” istediler.
Sene 1998…
Defterdarlığın isteği ile yine aynı hastanenin aynı kurulunun verdiği rapordaki oran, _sıkı durun_ yüzde kırk dokuzdu.
Yine yanlış okumadınız, evet… Rakamla, %49…
Cerabral Palsy’li (beyin felci), tekerlekli sandalye kullanan bir engelli olarak üç senede %51 oranında iyileşmişim de haberim yok…
“İkide birde engelliden rapor istenmeyecek” diyerek _ki asla öyle olmadı_‘Engelli Kartı’ uygulaması başladığında bir ümit; ben de başvurdum.
Sene 2002…
Kart için başvurduğum aynı hastanenin aynı kurulunun verdiği rapordaki oran, bu sefer yüzde altmıştı.
Rakamla, %60…
Bugün geçerli olan 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun ilgili maddesi, emekli olacak engellileri özürlü oranına göre 3 dereceye ayırıyor. Bugün geldiğimiz noktada, 8 yıl çalışıp 2816 gün SSK prim günü olan ve ancak 4080 gün prim ödeyip 18 yıl sigortalı çalıştıktan sonra emekli olabilecek biriyim. Çünkü işe girerken aldığım ve defterdarlıkta bulunan raporumdaki engel oranım, yüzde kırk dokuz ve derecem üç. Eğer engel oranım %100 olsaydı 3600 gün prim ödeyerek 15 yılda emekli olacaktım.
Elbette bir parmağı olmayan, bir kolu ya da bacağı olmayıp ortez-protez kullanan bir insanla “engellilik oranı olarak” ben bir olmamalıyım. (Hiç belli olmaz, belki onlara verilen oran benden fazla bile olabilir.)
Ama aynı hastanenin farklı zamanlarda aynı kişiye verdiği raporların bile bu kadar farklılıklar arz ettiği bir ortamda, zaten zor iş bulan ve türlü zahmetlerle çalışan engellinin emeklilik meselesine “engel oranı” kıstası getirmek, en basit ifadeyle iyimser bir saflık olsa gerek… Ya da masa başı iş bilmezliği mi demeliydim?
Engelli oranları, engellilerin toplumsal ve sosyal hayatın içine eşit hak ve sorumluluklarla katılması için kullanıldığında bir anlamı olabilir. Ancak engelliler, mevcut koşullarda toplum içinde bağımsız bir birey olarak yer almak konusunda zaten ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Başvuru aşamasından rapor alma aşamasına, engelli oranı alma süreci özellikle ülkemizdeki hastane ve kamu kurumlarının fiziki koşulları da düşünüldüğünde, bir engelli için oldukça zor bir süreç. Bir de yukarıda saydığım uygulamalar bu sürece eklenince, engelli oranı engellileri bir anlamda yaftalama anlamına geliyor ve ek sıkıntılar getiriyor.
Engelli oranları ile ilgili uygulamaların sadeleştirilip, hayatı zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı hale gelmesini diliyoruz...
ALPER ŞİRVAN
alpersirvan@gmail.com
(Bu yazı 10 Temmuz 2009 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder